Tarihsel süreçte, ülke içerisindeki güç mücadelesinin doğurduğu siyasi entrikalarda, çoğu zaman istihbarat örgütlerinin önemli rolü olmuştur.
İstihbarat örgütleri, kurulu bir düzenin devamında üstlendikleri rol bakımından her zaman himayeci ve muhafazakar bir profil sergileme eğilimindedirler. Bu da, başta siyasi komplolar ve politik etkiler doğurmadaki rolleri bakımından olmak üzere, ‘siyaset’ ve ‘istihbarat’ arasındaki ilişkinin niteliğinin sorgulanmasını gerektiren bir durumu ortaya koymaktadır. Özellikle ABD gibi, yetkileri ve sorumlulukları itibarıyla farklılık sergileyen ve birbirlerinden ayrı idari yapı ve bağlılıkları bulunan muhtelif teşkilatlardan müteşekkil bir istihbarat topluluğunun olduğu ülkelerde, bu durum daha da hassasiyet arz ediyor.
Bu bağlamda istihbarat teşkilatları, hem kendi aralarında hem de içlerindeki farklı birimler birbirleriyle, yürütme organının kararlarında veya operasyonlarda öncelikli bir konuma erişmek, etkinlik ve kontrol alanlarını genişletmek gayesiyle rekabet amaçlı hareket edebilmekte ya da kendilerine ‘durumdan vazife çıkartarak’, siyasi süreçlerde aktif rol alabilmektedirler. Bu da zaman zaman siyasi skandallara yol açabilmektedir.
İSTİHBARATIN SİYASALLAŞMASIN İKİ BOYUTU
‘İstihbaratın siyasallaşması’, en genel anlamda siyasi karar alıcılar ile istihbarat süreçlerini yürüten/yöneten kurumlar arasındaki ilişkinin, birincinin lehine aşırı dominant hale gelmesini ifade eder. Bu durum, ‘istihbarat fonksiyonu’nun demokrasi ve hukuk devleti anlayışına uygun olarak ne şekilde ifa edileceği hususunu gündeme getirir. ‘İstihbaratın siyasallaşmasının' ikinci bir boyutu ise birincisinin aksine, istihbarat kurumlarının siyasi gelişmeler ve süreçler ya da politika yapıcıların kararları üzerinde tek taraflı etki ve kontrol arayışlarını kapsar.
Batı tipi demokrasiler içerisinde istihbaratın siyasallaşmasının en bariz görüldüğü ülkelerin başında ABD gelmektedir. 1970’lerin hemen başındaki ‘Watergate Skandalı’ ile 1980’lerin ikinci yarısında yaşanan ‘İrangate Skandalı’, ABD siyasi tarihinde gizli servislerin kontrolünde gerçekleşmiş önemli skandallardır. Yine bu anlamda istihbaratın siyasallaşmasının yaşandığı bariz dönemlerden birisi de George W. Bush dönemi olmuştur. Zira bu dönemde CIA, ABD’nin Irak’ta izlediği politikaları ve yürüttüğü operasyonları rasyonelleştirerek yönlendirmek suretiyle, dış politika tarihindeki en büyük müdahalelerden birisi için sadece bir zemin yaratmakla kalmamış, aynı zamanda, ‘yönetsel güç’ arayışı içerisindeki istihbarat teşkilatlarının konumunun yeniden tanımlanmasına neden olabilecek bir ‘bürokratik kayışa’ da eşlik etmiştir.
TRUMP'IN ABD İSTİHBARATI İLE SAVAŞI
Bu ve buna benzer tarihsel örnekleri çoğaltmak elbette mümkün. İstihbarat dünyasının siyaset üzerindeki etkisini göstermesi bakımından bugün Trump Amerikası’nda yaşananlar, bu konuda en güncel örneği yansıtmaktadır. Hillary Clinton ve Donald Trump arasında 8 Kasım’daki başkanlık seçim yarışıyla başlayan süreçten itibaren, ABD iç siyasette de adeta istihbarat savaşları üzerinden cereyan eden bir güç mücadelesine sahne olmaktadır. Seçim süreci boyunca Clinton’la ilgili, özellikle FBI kaynaklı iddialar gündem teşkil etmiş, Trump’ın seçimi kazanmasının ve görevi devralmasının ardından da Rusya’nın bu zaferde müdahil ve etkili olduğu yönünde CIA, FBI ve NSA’in ortak tespitlerini içeren ve kamuoyuna 25 sayfalık kısmı açıklanan istihbarat raporları skandal etkisi yaratmıştı.
Halen devam eden bu mücadele, ABD’de istihbarat örgütlerinin siyasete nüfuz ettiklerinden şikâyet eden Trump ve yönetiminin, 17 farklı kuruluştan müteşekkil istihbarat toplulukları üzerinde hâkimiyet kurana ya da onlarla bir şekilde uzlaşmaya varana kadar (!) süreceğe benziyor. Nitekim Trump, ABD istihbarat örgütlerine güvenmediğini beyan ederek adeta savaş açmış durumda.
Trump, istihbarat örgütlerine güvenmediğini açıkça dile getiren ilk başkan da değil. Geçmişte hayatını bir siyasi suikast sonucu kaybeden Başkan John Kennedy’nin “CIA’i binlerce parçaya bölmek istediğini″ söylediği rivayet edilmişti. Başkan Nixon ise 1960’ta CIA yönetiminin aktif bir biçimde kendisinin altını oyduğuna inanıyordu. Kennedy ve Nixon, CIA ile ilgili duygu ve görüşlerini geçmişte belki kapalı kapılar ardında ifade etmişlerdi fakat Trump bugün bunu yüksek sesle dile getiriyor.
Aynı zamanda Trump yönetiminin, istihbarat raporlarının sızdırılması konusunda sistemin kurumları üzerinden soruşturmalar başlattığını ya da bu yönde teşebbüslerde bulunduğunu unutmamak gerekir. Trump’ın CIA’e karşı tutumunun bir kan davasına dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Bütün bunların ötesinde Trump döneminin, ‘istihbarat-siyaset ilişkisi’ ve ‘istihbarat örgütleri’nin siyasal ve hukuk sistemi içerisindeki konumlarının ne olması gerektiği konusunda önemli bir vaka çalışması teşkil ettiği/edeceği net olarak anlaşılıyor.
FLYNN VE LOGAN YASASININ HATIRLATTIKLARI
Bu gelişmeler ışığında ABD'de tartışma konusu olan diğer bir önemli husus ise önde gelen siyasi figürlerin, aile ve yakın çevreleriyle birlikte istihbarat örgütlerinin sürekli ve yoğun bir gözetimi altında olmalarının hukuki ve etik durumu. ABD Senato İstihbarat Kurulu, mart ayı ortalarında, Trump’ın, seçim döneminde dinlenildiğine dair herhangi bir belirtinin olmadığını bildirdi. Bu tartışmaların sürdüğü esnada geçtiğimiz günlerde İngiltere’nin önemli yayın kuruluşlarından Guardian gazetesinin, Trump’ın kampanya ekibinin Rusya bağlantılarını ilk önce İngiliz istihbaratının iletişim ve teknik operasyonlardan sorumlu GCHQ’nun (The Government Communication Headquarters) fark ettiğini öne sürmesi, konuya yeni bir boyut kazandırdı.
Bu bağlamda yapılan yayınlarda, GCHQ’nun Trump ve ekibine yönelik istihbarat çalışmasında bulunmadığı, bu bilgilerin Rus istihbaratçıların izlenmesi sırasında tesadüfen tespit edildiği vurgulandı. Söz konusu haberde ayrıca Almanya, Estonya ve Polonya’nın da İngiliz istihbaratı dışında ABD ile elektronik istihbarat paylaşan ülkeler arasında bulunduğunun belirtilmesi, oldukça dikkat çekiciydi. İngiltere, bu iddiaları reddederken; ABD’de bazı mahfillerce Obama yönetiminin Trump’ı izlemek için GCHQ’yu kullandığı ileri sürüldü.
Bu mücadelenin sonucu olarak yaşanan en can alıcı gelişmelerden birisi Başkan Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’ın, göreve gelmeden önce Rusya’nın ABD Büyükelçisi Sergey Ivanovich Kislyak ile Rusya’ya yönelik yaptırımlar konusunda aralık ayında görüştüğü iddialarının ardından gelen baskılar üzerine geçtiğimiz şubat ayında istifa etmesi olmuştur. Bu istifayı getiren sürece baktığımızda, özellikle bir kaç nokta dikkati çekiyor. Her şeyden önce ABD istihbaratının, Flynn’ın telefon görüşmesini dinlediği anlaşılıyor. İkinci ve daha önemli husus ise ABD hukuk sistemine göre yetkisi olmayan bireylerin ABD ile çatışma halinde olan ülkelerin yetkilileriyle ülke adına görüşmelerde ya da diplomatik girişimlerde bulunmalarının yasa dışı sayılması. Flynn’ın en büyük sıkıntısı da buradan kaynaklanıyor.
Zira, adını yetkisi olmadığı halde 1798’de Fransa ile görüşmelerde bulunan Dr. George Logan Olayı’ndan alan 30 Ocak 1799 tarihli ‘Logan Yasası (The Logan ACT)’, bu eylemi ‘ağır suç (felony)’ sayıyor. 1994’te yeniden düzenlenen bu yasada, ağır suç kategorisine konulan bir eylemle suçlanan Flynn ise istifa mektubunda Rus Büyükelçi ile yaptığı telefon görüşmelerine ilişkin bilgileri Başkan Yardımcısı Mike Pence’e ve diğerlerine eksik aktardığını ifade etti. Washington Post gibi bazı medya kuruluşları, bu yasanın çoğunlukla rakip partilerin dış politikaları üzerinde kuşku yaratmak amacıyla politik bir silah olarak kullanıldığı iddiasında bulundu. Ayrıca Flynn’ı istifaya götüren süreçle ilgili olarak, Kongreye Adalet Bakanlığı ve FBI tarafından gizli bir brifing verilmesi, bazı kongre üyeleri tarafından talep ediliyor. Yine İstihbarat Komitesi Başkanı Devin Nunes, bu konudaki bilgilerin sızdırılmasıyla ilgili soruşturma yürütülmesini istediğini açıkladı. Dolayısıyla istihbarat raporlarının sızdırılması, ABD’de istihbarat-siyaset ilişkisinde önemli aygıtlardan ya da istihbaratın siyasallaşmasının en önemli boyutlarından birisi.
İSTİHBARAT SAVAŞLARI ARTARAK DEVAM EDECEK
Flynn’ın istifasıyla ilgili tartışmalar; gelinen noktada görüşmenin içeriği üzerinde cereyan ediyor. Flynn, görüşmenin taziye amaçlı olduğunu ve Başkan Yardımcısı’na bu şekilde beyanda bulunduğunu söylerken; Rusyalı yetkililer, bu görüşmede yaptırımlar konusunun gündeme gelmediğini beyan ediyor.
Trump’ın ekibinde önemli bir konumda bulunurken istifa etmek zorunda kalan Flynn, bu şekilde bir istihbarat operasyonuyla önemli bir siyasi skandalın başrol oyuncusu olmak zorunda kaldı. Emekli bir Korgenaral olan Flynn, Irak ve Afganistan’da görev yapmıştı. 2010 yılında, Afganistan’da bulunduğu esnadaki gözlemlerine dayanarak hazırladığı bir raporda, ABD’nin bu ülkedeki istihbarat sistemine ağır eleştirilerde bulunmuştu.
Sonuç olarak ABD’de istihbarat savaşlarının, dış politikadan da bağımsız olmayan bir biçimde, iç siyasetin dizayn edilmesinde en hararetli bir biçimde devam edeceği ve dolayısıyla istihbaratın siyasallaşmasının bu ülkenin tarihinde zirve yapacağı aşikâr görünmektedir.
[Anadolu Ajansı, 21 Nisan 2017]
.