İçeride belki de Cumhuriyet tarihinin en büyük restorasyon dönemini yaşayan Türkiye siyasetinin son on yılı, demokratikleşme ile vesayet rejimi arasındaki ikili oyunda birçok badire atlattı. Dışarıda ise belki de reelde sahip olduğundan daha büyük ve güçlü bir imajla anılır hale gelen Türk dış politikasıyla adeta devler liginde boy gösteren Türkiye, 90’ların sonundaki zayıf imajından hızlı bir biçimde uzaklaşarak 2000’lerin sonunda büyük devlet imajını yakaladı. Tüm bu ‘yeni Türkiye’ kavramsallaştırması altında yürüyen tartışmalardan medya da doğal olarak nasibini aldı. 28 Şubat’ta orduya selam duran gazetecilerden 2000’lerin sonunda artık ordunun siyasetteki pozisyonunu sorgulayan gazetecilere önemli değişimler yaşandı Türk medyasında. Vesayetçi anlayışı benimseyen bazı gazetecilerin Ergenekon sanığı olarak mahkemeye çıkarıldığı son birkaç yıllık süreçte eski alışkanlıklarıyla yazan bazı gazeteciler de doğal yollardan tasfiye oldu.
Medyadaki bu hızlı dönüşümün en önemli ayağında ise medyadaki sermaye dağılımı ve mülkiyet paylaşımındaki değişimler vardı. Gerek ‘merkez medya’daki gazete satışları, gerek yeni medya gruplarının pastaya dahil olması ve gerekse diğer önemli medya gruplarında yaşanan ciddi iç dönüşümler, toplamda medyanın ‘yeni Türkiye’yi nasıl okuduğu ve nasıl pozisyon aldığıyla ilişkili olarak değerlendirilebilir. Örneğin son dönemde formatını ve yazar kadrosunu yenileyen büyük bir medya grubunun en önemli gazetesi, motto olarak “yeni Türkiye’nin gazetesi” nitelemesini seçti. Bu ve benzeri örneklerden yola çıkarak medyanın ‘yeni Türkiye’ tartışmalarının neresinde durduğu üzerine daha fazla konuşmak gerektiği açıktır.
28 Şubat gazeteciliği
Türkiye’deki gazetecilik geleneği, sıkça eleştirildiği gibi, medya patronlarının siyasetle ve siyasetçilerle yakın ilişkileri etrafında örüntülenmiş bir meslek alanı olarak nitelendirilebilmektedir. Osmanlı son döneminde en basit haliyle ortaya çıkan bu ilişki biçimi, Cumhuriyet sonrasında devlet aygıtının tekeli altına giren bir manivelaya dönüşmüştü. Çok partili hayata geçişten sonra demokrasi dönemlerinde demokrat, darbe dönemlerinde darbeci olan medya profili çok da yadırganmayan bir çizgi olmuştu. Belki de bu süreçlerde başka seçeneği olmadığı için medyayı fazla yargılamamak gerekir; ama bu uzun ve sancılı süreçlerde vesayetçi anlayışla iyice hemhal olan medyanın büyük bölümü, 90’lı yıllarda artık kendisi seçilmişlere karşı devlet aygıtını savunan/koruyan bir mekanizmaya dönüşmüştü. En iyi örneğini 28 Şubat sürecinde görebileceğimiz bu anlayış, medyanın bilerek ve isteyerek ordunun taleplerini yerine getiren bir toplum mühendisliğine soyunduğu vesayetçi bir çizgiye işaret etmektedir.
Manşetini ‘paşadan’ alan ve yapacağı haber birkaç gün öncesinden belli olan genel yayın yönetmenleri, 2000’li yılların sonlarına doğru o günlerdeki hengameyi kamuoyuna anlatmışlardı. Artık böyle genel yayın yönetmenleri olmadığı için Türk toplumu o günkünden daha şanslı elbette. Ancak 28 Şubat gazeteciliğinin tamamen bitip bitmediğini 12 Haziran’dan sonraki süreç gösterecek. 2002’den bugüne kadar Türkiye’de yaşanan sürecin, bütün sancılarına ve çetrefil sonuçlarına rağmen toplamda ülkeyi daha iyi bir noktaya taşıdığı söylenebilir. Özellikle 2003 ve 2004 yıllarında planlanan darbe senaryolarının daha sonra Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ortaya çıkması, Türk medyası için de adeta bir turnusol kağıdı oldu. Bu darbe planlarının çoğunun, ilk kez bizzat bir gazetede yayımlanması bile zaten medyanın bütünü için şoke edici bir gerçek idi. 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve bu minvaldeki 27 Nisan e-muhtırası ile ilgili tartışmalar medyadaki çatallanmayı artıran ikircikli bir tablo ortaya koydu. 2008 yılındaki AK Parti’ye kapatma davası ise Türk siyaseti için olduğu kadar muhtemelen Türk medyası için de yeteri kadar ağır bir imtihandı. Bu imtihanda bazı medya gruplarının hiç de demokrasiden yana bir tavır ortaya koymadığını görmek için o günlerin manşetlerine bakmak yeterli olacaktır.
Ergenekon haberciliği
Benzer biçimde Ergenekon Davası ile ilgili habercilikte de bazı gazeteciler davayı vesayet rejiminin yüklerinden kurtulma olarak görürken bazıları ise hükümetin rejimle hesaplaşması olarak görmeyi yeğledi. Elbette dava ile ilgili farklı yaklaşımlar olabilir, ancak Ergenekon davası ile ortaya çıkan gerçek, Türk medyasındaki hükümete yakın ve hükümete uzak şeklindeki “iki kutuplu” yapı arasındaki uçurumun hiç de küçük olmadığı idi. Salt hükümet meselesinin ötesine geçen bu durum, birçok açıdan bir ideoloji ve zihniyet meselesine işaret etmekteydi. Bir başka deyişle 28 Şubat’ta seçilmişlere karşı devlet aygıtının hizmetinde olan medya, 2000’lerin ortalarında ikiye bölünmüştü; bir tarafta seçilmiş iradeye yakın olanlar, diğer tarafta bu iradeyle kavgalı olanlar. Bu bölünmüşlük, demokratik tartışma zeminlerine kapı açabildiği ölçüde sağlıklı olabilir, ancak Türkiye’deki mevcut denklemde tam aksine demokratik tartışma imkânını baltalamaktadır. Çünkü savunan da karşı çıkan da demokratik tartışma amacıyla değil, ideolojik ve politik pozisyonu sebebiyle o noktada durmaktadır. Türkiye’nin son 5-6 yılına damgasını vuran ve halen devam eden bu ‘iki kutuplu’ medya yapısının gerçek anlamda demokratik tartışmaya kapı açan ‘çoğulcu’ bir medyaya dönüşmesi temenni edilmelidir.
‘Yeni Türkiye’ tartışmalarını nitelikli bir şekilde yapmak son derece önemli bir ciddi duruş anlamına gelmektedir. Eğer bu ciddi duruşu başta siyasetçiler olmak üzere sonra medya ve tüm toplum sergileyebilirsek bu durumda Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye, gerçekten büyük hedeflerini yakalayabilmiş büyük bir ülke olabilir. Aksi takdirde siyasi mücadelelerden çıkacak sonuca bağlı bir gelecek tasavvuru içinde yaşamaya mahkûm oluruz. 12 Haziran seçimlerinden hangi sonuç çıkarsa çıksın Türkiye’nin şu anki ‘yeni Türkiye’ heyecanından vazgeçmemesi gerekir. Her toplumun olduğu gibi Türk toplumunun da böyle zamanlarda bir ‘kızıl elmaya’ ihtiyacı vardır ve şu anda ‘yeni Türkiye’ yaklaşımı, bu ideali yakalayabilmek için doğmuş toplumsal bir imkândır. Türk medyasının da bu toplumsal imkânı ve zemini doğru okuduğunu temenni edelim.
Toplum mühendisliğine alet olmak
Son dönemde medyadaki bazı dönüşümler, medyanın bu ‘yeni Türkiye’ mottosunu içselleştirdiğini göstermektedir. Eski alışkanlıklarıyla gazetecilik yapanların emekliye ayrılması, yıpranmış bazı isimlerin genel yayın yönetmenliği pozisyonlarını yeni isimlere bırakması ve mizanpajından yazarlarına kadar iç bünyelerinde dönüşüm geçiren gazetelerin yarattığı dinamizm, Türk medyasının ‘yeni Türkiye’ye hazırlanmakta olduğunun işaretleridir. Esasen medyanın ihtiyacı olan şey, kendisini vesayetçi anlayıştan ve toplumsal mühendislik edasından kurtarmış, seçilmişler ile devlet aygıtı arasına sıkışmamış, habercilik anlayışını patronlarının ekonomik-siyasi çıkarları güdümünden çıkarabilmiş ve en önemlisi halka doğru, tarafsız ve nitelikli haber verebilmenin gazeteciliğin temel fonksiyonu olduğunu tamamen idrak etmiş bir çizgidir. Benzer şekilde ‘yeni Türkiye’nin ihtiyacı olan şey de, ‘eski Türkiye’nin darbelerle anılan yaralı demokrasi geçmişinden kurtulması, Batı ile Doğu arasına sıkışmış bir dış politika denkleminden çıkması ve ötelenmiş kimlik-temelli sorunlarına barışçıl ve demokratik çözümler bulabilmesi değil midir?