-
Suudi Arabistan’daki gelişmeler nasıl okunmalı?
4 Kasım’da Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman başkanlığında “Yolsuzluk Komisyonu”nun kurulmasının hemen ardından ülkeden birçok sansasyonel tutuklama haberi geldi. Onlarca prensle birlikte ünlü iş adamları ve üst düzey askeri yetkililer yolsuzlukla mücadele kapsamında gözaltına alındı ve banka hesapları donduruldu. Kabinede değişikliğe gidildi ve kuvvet komutanlıklarına yeni atamalar gerçekleştirildi. Geçtiğimiz günlerde bazı alimlere yönelik olarak benzeri tutuklamalar yapılmıştı. Tüm bunlar Yemen’den fırlatılan ve hedefi Riyad olan bir balistik füzenin havada imha edilmesinin yarattığı panik görüntüleri ile eş zamanlı olarak yaşandı. Genel olarak son dönemde kraliyet içerisinde görülen üst düzey dönüşüme paralel bir biçimde bu tutuklamaların yolsuzlukla mücadeleden ziyade iç politikada muhalif odakların bertaraf edilmesi şeklinde okunması mümkündür. Elbette Suudi Arabistan içerisindeki herkesin malumu olan yolsuzluk gömleğinin bu tutuklamalarda kullanılması meşruiyet açısından oldukça makul bir hamledir. Dolayısıyla Suudi yönetiminin üst kademesinde gerçekleşen büyük çaplı yolsuzluk operasyonlarını ve “ılımlı İslam”a geçiş konusundaki söylemlerini bu bağlamda daha kapsayıcı bir koalisyonun oluşturulma çabası ve iç konsolidasyonun bir yansıması olarak okuyabiliriz.
-
İç siyaset yeni Kral’a göre mi dizayn ediliyor?
Kral Selman’ın tahta geçtiği günden itibaren Suudi Arabistan’da sürekli olarak yenilenme doğrultusunda adımlar atıldı. Veliaht Prens Muhammed bin Nayef’in azledilmesinin ardından bu göreve getirilen oğul Muhammed bin Selman sonrasında ise bu adımlar güç ekseninde şekillenmeye başladı. Elbette bu gelişmelerin birçoğu kraliyet ailesi içerisindeki güç merkezlerini ve hanedanın mevcut statükosunu hedef alıyordu.
Kral Abdullah’ın mühim görevlerdeki iki oğlu Prens Türki bin Abdullah (Riyad Valisi) ve Prens Miteb bin Abdullah’ın (Milli Muhafız Kuvvetler) gözaltına alınmaları son derece kritik hamlelerdir. Hanedan içerisinde farklı güç merkezlerinin varlığı aynı zamanda ailede de birçok farklı ittifakın ortaya çıkmasına neden olmaktaydı. Bu ittifaklar genellikle anne tarafından mensup olunan aşirete dayanmaktaydı. Öyle görünüyor ki Suudi Arabistan’da yeni bir dönemin hazırlıkları yapılıyor. Bu süreçte eski yapılar ve sistemden kurtulmak için güç merkezlerinin hepsine adım adım çekidüzen veriliyor. İlmi sınıfla başlayan gözdağı siyaseti hanedan, iş dünyası, medya ve bürokrasiye kaymış durumda. Burada belirleyici olan Vahhabi ulemanın yani Şeyh ailesinin tutumu olacaktır. Halihazırda bu kanattan tam destek alındığı görülmektedir. Dolayısıyla yeni Kral tahta geçtiğinde iç politikada ayak bağı olacak bir güç merkezinin kalmaması için ön alınmış durumdadır.
-
Bölgesel konjonktürün etkisi nedir?
Irak Merkezi Hükümeti’nin Haşdi Şabi aracılığı ile Kerkük’ü ve statüsü belirsiz bölgelerin kontrolünü ele geçirmesi İran’ın Irak’taki etkisini daha da artırdı. Bununla birlikte Astana süreci ile Suriye’de inisiyatif tamamen Türkiye, İran ve Rusya’nın eline geçti. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri yönetimleri bütün çabalarına karşın Yemen’de İran destekli Husilere karşı istedikleri zafere ulaşamadılar. Dolayısıyla İran’ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki etkisini dengelemeye yönelik daha güçlü bir koalisyonun oluşmasına ihtiyaç duyuldu. Trump yönetimi ve İsrail’in de bu konuda daha aktif bir rol almaya soyundukları ifade edilebilir.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ABD’nin teşviki ile daha etkili bir koalisyon oluşturmak için inisiyatif aldı. Bu doğrultuda Ekim ayı sonunda Irak Başbakanı Haydar İbadi’nin Riyad’a giderek temaslarda bulunması uzun yıllardır Tahran etkisinde bulunan Irak Merkezi Hükümeti açısından önemli bir gelişmeydi. Suud-İsrail ilişkilerini geliştirmeye yönelik olarak son dönemde yoğunlaşan çabalar bir arada düşünüldüğünde İran’ı dengelemeye yönelik Suudi Arabistan liderliğinde güçlü bir ittifak arayışının hayata geçirilmeye çalışıldığı belirginlik kazanmaktadır. Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin geçtiğimiz hafta iki kez Suudi Arabistan’a gitmesi ve ardından can güvenliğini gerekçe göstererek görevinden istifa ettiğini açıklaması önemli bir siyasi gelişmeydi. Burada doğrudan Hizbullah, İran ve bu iki aktörün Lübnan ve Suriye’deki artan etkisi hedef alındı. Ardından Yemen’den Suudi Arabistan başkentine yönelik füze saldırısı yapıldı. Bütün bu gelişmeler bölgedeki İran etkisini sınırlandırmaya yönelik kapsamlı bir askeri müdahalenin başlayacağının işareti olarak okunuyor.
-
Önümüzdeki süreçte nasıl bir tablo ortaya çıkabilir?
Bu ittifak başarılı olursa yakın bir zamanda bölgesel bir savaş ihtimali oldukça yüksek. Suudi Arabistan son yıllardaki askeri harcamaları ile uzun soluklu bir savaşa hazırlık yaptığı izlenimi uyandırmaktadır. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump yönetimi ile son dönemde iş birliği noktasındaki girişimleri Suudi Arabistan’ın bu konuda liderliğe soyunma çabasına ivme kattı. Bu çaba Washington yönetimi ve İsrail tarafından da desteklenmekte. Katar’a yönelik tecrit politikası da Katar’ı bu koalisyona dahil etmek için yapılan bir hamleydi. Ancak Suudi Arabistan’ın en büyük zaafı kendi içindeki kırılganlıklar. Sünni dünyada da kapsayıcı bir söylem üretemiyor olmak bir diğer handikap. Bununla birlikte etkili prens ve iş adamlarına yönelik olarak yapılan gözaltılar siyasi iktidarın dağınıklığını azaltmayı ve aynı zamanda muhtemel muhalif prenslere gözdağı vermeyi hedeflemektedir.
-
Türkiye’nin pozisyonu ne olmalı?
Türkiye bu gerilimde doğrudan taraf olmak yerine kendi güvenlik çıkarlarına odaklanabilir. Güney sınırımızda, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan PKK/PYD yapısı Türkiye’nin öncelikli tehdit alanıdır ve bu tehdidi bertaraf etmeye yönelik hamleler Türkiye tarafından atılmaktadır. Türkiye bu krizde elinden gelebiliyorsa diplomatik bir rol üstlenebilir. Çünkü bölge ülkeleri arasındaki uzlaşmazlıklar bölge dışı aktörlerin etkisini artırmakta ve terör örgütlerine artan düzeyde alan açmaktadır. Türkiye açısından böylesi güç boşluklarının oluşturacağı gerilimleri önlemek öncelikli bir husustur. Türkiye bu doğrultuda gerekirse aktif rol üstlenerek kendini de doğrudan etkileyecek krizleri önlemek zorundadır.
Suudi Arabistan’da daha ılımlı bir anlayışın oluşması ve destek görmesi ancak yerli bir ajandaya sahip ise Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir. Türkiye Suudi yetkililerle irtibatı güçlendirerek bu konudaki değişimlere katkıda bulunmayı da düşünebilir. Ancak İran ve Suudi Arabistan arasındaki gerilimde doğrudan ve hızlı bir şekilde taraf olmak Türkiye’nin çıkarları ile örtüşmemektedir. Çünkü PKK’nın Irak ve Suriye’de sınırlandırılması için İran ile belirli düzeyde eş güdüm ve koordinasyona ihtiyaç duyulmaktadır. Bu eş güdüm mevcut aşamada geniş kapsamlı bir ittifak olarak düşünülmemelidir. Keza Riyad yönetimi ile de başta Körfez güvenliği ve ikili ilişkiler olmak üzere birçok yakın iş birliği gerektiren alanlar mevcuttur. Türkiye bu kırılgan dengeyi incelikli bir yöntemle sürdürmenin yollarını aramalıdır. Dolayısıyla muhtemel bir savaşın üreteceği istikrarsızlık hem Türkiye hem de bölge için büyük maliyetler ortaya çıkarabilir. Türkiye istikrardan yana tavır sergileyerek aktörler arasında sükuneti tesis edebilir.