Lübnan'da hükümet krizi çıktığından bu yana, bazı analistlerin önce Türkiye'ye rol biçmesi, daha sonra da kendi biçtikleri rol üzerinden Türkiye'yi mağlup ilan etmesi sıkça karşılaştığımız bir durum haline geldi. Bu noktada Türkiye'nin Lübnan'da ne yapmaya çalıştığını ortaya koymak çok önemli. Lübnan'da hükümet krizi henüz bitmediyse de Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman'ın Hizbullah'ın başını çektiği 8 Mart İttifakı'nın adayı Necip Mikati'ye yeni kabineyi kurma görevini vermesi bütün dikkatleri Hizbullah'ın, dolayısıyla İran'ın, ülkede artışı önlenemeyen gücüne çekti. Lübnan'da hemen hemen her grubun arkasını yasladığı bir dış gücün olması, iç dengelerdeki değişimler üzerinden dış güçlerin ülkedeki nüfuzları hakkında kıyaslamalar yapmaya neden olmaktadır. Buna göre şu anki tabloyu değerlendirdiğimizde, Hariri'nin üstün gelmesi halinde bu, İran'ın ve Suriye'nin zararına Batı'nın ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgesel müttefiklerin üstün geldiği anlamına gelirken; Hizbullah'ın üstünlüğü ele geçirmesi ise Batı'ya karşı İran'ın ve kısmen Suriye'nin zaferine delalet etmektedir. Gerçekten de Amerika'nın ve müttefiklerinin Lübnan'da hükümetin düşmesini engelleyememesi, Hariri'nin tekrar başbakanlığa gelmesini sağlayamaması ve Mikati'ye başbakanlık yolunun açılması, Amerika'nın ve müttefiklerinin ülkedeki etkinliğinin İran tarafından sınırlandırıldığını göstermektedir.
Eski tarz analizler Türkiye'yi açıklayamıyor
Bu ittifaklar ve güç dengesi analizleri, Lübnan'da nüfuzu bulunan çoğu aktör için geçerli olsa da Türkiye'nin ülkedeki varlığını bu analizlere hapsetmek hem Türkiye'yi hem de bölgedeki değişim sürecini açıklayamamaktadır. Başta bir kısım Arap basını olmak üzere, bazı Batılı analistler ve yerli kalemler tarafından kullanılan argümana göre Türkiye, yakın ilişki içerisinde bulunduğu Hariri'ye gözü kapalı destek çıkmış ve Hariri'nin yarışı kaybetmesiyle "yanlış ata oynayan" ülke durumuna düşmüştür. Irak meselesinde de aynı argümanlarla Türkiye'ye yüklenen analistler, Türkiye'yi bölgede hâkim olan mezhepsel yaklaşımlarla anlamaya çalışmaktadırlar. Türkiye'nin Hariri ile ilişkilerinin iyi olduğu bir sır değildir. Fakat bu durumun bağnaz bir mezhep politikası ve kişisel ilişki üzerinden analiz edilmesi yanlıştır. İsrail'den köşe bucak saklanan Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ın Dışişleri Bakanı Davutoğlu'yla görüşmesi ve Irak'taki Şii Sadr gurubunun Türkiye'de meclis protokolü konusunda dersler alması gibi daha birçoklarını verebileceğimiz örneklerin, bölgeye uluslararası güçlerin merceğinden bakan ve mezhep/etnisite bağlamı dışına çıkamayan analistler tarafından anlaşılması oldukça zordur. Aynı anda Hizbullah'ın kanalı Al-Manar'ın "Türkiye Hariri'nin başbakanlığını destekliyor" ve Suudi Arabistan destekli AsSharq AlAwsat gazetesinin "Türkiye Hizbullah'ın taleplerinin yerine getirilmesini teklif ediyor" haberlerini yapması Türkiye'nin Lübnan'daki duruşunun mezhep üstü, herkese eşit mesafeli, çözüme endeksli ve kelimenin tam manasıyla "arabulucu" mahiyette olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Zaten bu sebepten Türkiye, Lübnan'da Ermeniler dışındaki bütün aktörler nezdinde büyük krediye sahip bir ülkedir.
Türkiye Lübnan'da ne yapmaya çalışıyor?
Türkiye öncelikle ülkedeki krizin şiddete dön