Arap Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Hüsam Zeki geçen Cuma (28 Haziran) Lübnan’a zamanlaması bakımından oldukça manidar bir ziyaret gerçekleştirdi. Tüm dünyanın Hizbullah ile İsrail arasında yaklaşan savaşa odaklandığı ve birçok devletin vatandaşlarına Lübnan’ı ivedilikle terk etmesini salık verdiği bir dönemde Zeki’nin ziyareti 7 Ekim sonrasında bölgenin siyasal ikliminde oluşan yeni duruma dair çeşitli ipuçları içermektedir. Başkent Beyrut’ta çeşitli temaslarda bulunan ve Meclis Başkanı Nebih Berri, Başbakan Necib Mikati ve Genelkurmay Başkanı General Joseph Avn ile bir araya gelen Arap Birliği genel sekreter yardımcısının gündeminde son yıllarda siyasal ve ekonomik kırılganlığın arttığı Lübnan’da geniş çaplı bir savaşın patlak vermesi halinde atılacak adımlar ve ülkede on dokuz ayı aşkındır devam eden cumhurbaşkanının seçilememesi krizi yer almaktaydı.
Lübnan’ın oldukça hassas bir süreçten geçtiği bir dönemde gerçekleşen ziyarette Genel Sekreter Yardımcısı Zeki’nin görüşmeleri arasında en dikkat çekeni ise Hizbullah’ın ülke siyasetindeki uzantısı olan Direnişe Sadakat Bloku Başkanı Muhammed Raad ile yapılanıdır. Arap Birliği’nden bir yetkilinin on yılı aşkın bir sürenin ardından ilk defa Hizbullah ile temas kurması karşılıklı ilişkilerde yeni bir evreye geçildiğinin habercisidir. Nitekim genel sekreter yardımcısı Cumartesi (30 Haziran) günü Mısır kanalı Kahire İhbariyye’ye verdiği demeçte Arap Birliği’nin “Hizbullah’ı artık terör örgütü olarak sınıflandırmadığını” duyurmuştur. Gazze’deki soykırım konusunda gerekli inisiyatifleri alamayan, işgal devletinin saldırganlığını sona erdirme ve Gazze’deki Filistinlilere destek verme konusunda tam bir irade ortaya koyamayan Arap Birliği’nin bu kararı şüphesiz bölge siyasetinde önemli bir dinamik değişikliğine işaret etmektedir.
Hizbullah’ın Terör Örgütü Olarak Tasnifinin Arka Planı
Körfez İşbirliği Konseyi’nin 2016 Mart’ının hemen başında Hizbullah’ı terör örgütleri listesine eklemesinden kısa bir süre sonra Arap Birliği de “mezhepçiliği ve aşırılığı yaydığı” gerekçesiyle Hizbullah’ı terör örgütü şeklinde tasnif etmişti. Bu karara Irak ve Lübnan çekince koysa da Arap ayaklanmalarının ardından bölgede otoriter statükonun yeniden tahkim edildiği bir dönemde bu kararın uygulanmasını engelleyecek bir durum söz konusu değildi. Suriye krizinin kontrolden çıkması, İran’ın agresif yayılmacılığı, Husilerin başkent Sana’yı ele geçirerek Yemen’in kontrolünü büyük oranda eline alması ve İran vekillerinin bölgedeki istikrarsızlaştırıcı hamleleri Arap Birliği’nin Hizbullah’ı terör örgütü olarak sınıflandırma kararı için uygun bir ortam hazırlamıştı.
Temmuz 2006’da patlak veren Hizbullah-İsrail Savaşı, örgütün Ortadoğu siyasetindeki konumunu pekiştirmesi ve belirli algıları değiştirmesi bakımından önemli bir dönüm noktasıydı. Taraflar arasında ateşkesin ilanıyla Hizbullah’ın İsrail karşısında zafer kazandığı anlatısını güçlü bir şekilde sunması ise Arap dünyasında ve daha genel anlamda tüm Sünni dünyada yeni bir imaj oluşturmasına imkan tanıdı. Genel Sekreter Hasan Nasrallah öncülüğünde yürütülen Lübnanlaşma ve Arap kimliğini öne çıkarma stratejisi, Arap Şiilerine yeni bir motivasyon sağlama potansiyeli nedeniyle kayda değer bir hamleydi. Buna ek olarak İran bagajı nedeniyle Arap dünyasında yeterli hareket alanı bulamayan Hizbullah, Lübnan’ın asli unsuru bir Arap yapılanma şeklinde kendisini lanse ederek aslında uzun süredir aradığı meşruiyeti elde etmeye çalıştı. Ancak 2011’de Suriye krizinin başlamasıyla Şam yönetimini tüm gücüyle destekleyen ve İran’ın direktifleri doğrultusunda Suriye topraklarında çok sayıda katliam gerçekleştiren Hizbullah, ülkedeki insani krizin derinleşmesinde başat aktörler arasında yer aldı. Hizbullah’ın izlediği Suriye rejiminin yanında durma siyaseti, 2006 yazında İsrail’e karşı verdiği mücadele bağlamında elde ettiği kazanımları büyük oranda kaybetmesini beraberinde getirdi.
İslam dünyasında İsrail ile yaptığı savaşın ardından Hizbullah’a yönelik –örgütün kendi siyasal düzen tasavvuru ve gerçekliğine tezat şekilde– oluşan romantik sempati Suriye’deki olayların ardından taban tabana zıt bir yöne evrildi. Lübnan siyasetinde Hizbullah’ın etkinliğini kıracak bir güç odağının olmamasından mütevellit, yapı, varlığını ve nüfuzunu kesintisiz bir şekilde devam ettirse de Arap dünyasındaki aktörler İsrail’e karşı mücadele kozunu her fırsatta kullanmaya çalışan örgüte karşı harekete geçebilmek adına bu süreçte önemli bir fırsat yakaladı. Hizbullah’ın güvenilirliğinin azaldığı bir vasatta Arap dünyasında örgüte karşı önlemler almak ve hamle yapmak için uygun bir hava meydana gelmişti. Bu minvalde 2016’da Arap Birliği’nin Hizbullah’ı terör örgütü şeklinde tanıyan cesur ve radikal adımının altında yatan temel etken ise Suriye krizi ile Hizbullah’ın meşruiyet devşirmek için sıklıkla başvurduğu “Direniş Ekseni” söyleminin bölgedeki halklar nezdinde inandırıcılığını kaybetmesiydi.
7 Ekim 2023’te işgal devletine karşı İzzeddin Kassam Tugayları öncülüğünde başlayan Aksa Tufanı operasyonu Ortadoğu’da köklü bir kırılmaya yol açarken bölgedeki aktörlerin oluşturduğu statükonun da derin bir biçimde sorgulanmasına zemin hazırladı. Arap liderlerinin Filistin davasına dair ciddi bir sadakat testinden geçtiği bu süreç aynı zamanda İran ve vekillerinin de kendi inisiyatifleri dışında oluşan bir durumda ne kadar samimi davranacaklarının müşahede edilmesine imkan tanıdı. Aksa Tufanı’nın başlamasıyla İran ve Hizbullah destek mesajları verse de satır arasındaki mesajlar aslında her iki tarafın da Hamas’ın attığı bu beklenmedik adımdan hoşnut olmadığının deliliydi. Bu süreçte ancak kendi belirlediği zaman ve koşullarda işgal devletiyle aktif bir savaşa girebileceğini göstermek isteyen Hizbullah, 2006 sonrasında oluşan angajman kuralları çerçevesinde yürüttüğü düşük yoğunluklu mücadeleyle işgal devletine meydan okuma ve Arap dünyasında yeniden bir meşruiyet alanı oluşturmak için mesaj verme stratejisini taviz vermeksizin sürdürdü.
Arap Birliği ve Hizbullah Arasında Yeni Bir Dönemin Başlangıcı
Hizbullah’ın son haftalarda işgal devletine karşı saldırılarında el yükseltmesi ve Netanyahu hükümetinin Gazze’deki stratejik mağlubiyet döngüsünden çıkmak için direksiyonu büyük oranda Güney Lübnan’a çevirmesi bölgeyi yeni bir savaş iklimine doğru sürüklemiştir. Tüm dünyanın olup olmama ihtimalinden ziyade savaşın tam olarak ne zaman başlayacağını kestirmeye çalıştığı bir dönemde Arap Birliği’nin bu hamlesi 2011’deki halk ayaklanmalarından bu yana süregelen Hizbullah’ı sahne dışında tutmaya çalışma siyasetinde artık sona gelindiğinin sinyallerini vermektedir. İşgal devletiyle açık savaşa giren bir yapının Arap halkları nezdinde ne olursa olsun takdirle karşılanacağı gerçeği, Gazze’deki soykırım karşısında izledikleri pasif siyaset nedeniyle kendi toplumları gözünde itibar kaybeden Arap liderlerini yeni bir varoluşsal sorunla yüzleşmemek adına Hizbullah’ı yeniden muhatap alma noktasına getirmiştir. Arap Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Hüsam Zeki’nin Hizbullah’a dair açıklaması bir tarafın stratejisinin iflasını gözler önüne sererken diğer tarafın ise Suriye’deki katliamları unutturarak Gazze üzerinden elde ettiği avantajla bölge aktörlerine kendisini nasıl kabul ettirmeye başladığının en önemli göstergesidir.
Arap Birliği’nin kararı Hizbullah’a uzun süredir beklediği meşruiyet zemini fırsatını sunmakla birlikte aslında bölgenin siyasal kodlarının yeniden kurgulanmasına kapı aralayacak bir niteliktedir. Hizbullah gibi örgütler ile Arap dünyası arasında yaşanan krizin Tahran yönetiminin bu yapılar üzerindeki etkisinden kaynaklandığı herkesin malumudur. Bu çerçevede Arap Şii siyasallığının Fars Şii siyasal perspektifine karşı öne çıkarılması İran’ın bölgede doğrudan dengelenmesi anlamına gelecektir. Tahran yönetiminin 1979’daki İslam Devrimi’yle beraber bölgede başlattığı genişleme, yayılma ve derinleşme stratejisinin bir günde sona erdirilmesi elbette mümkün değildir. Lakin bu yapılarla gerekli düzeyde ilişkilerin tesis edilmemesi de Tahran’ın manevra kabiliyetini kuvvetlendirmekte ve Ortadoğu’nun istikrara kavuşmasında engeller oluşturmaktadır. Bu nedenle Arap Birliği’nin kararının ardından Hizbullah ile kurulacak ilişkinin sadece Filistin bağlamında değil aynı zamanda İran ve Şii yayılmacılığı zemininde de ele alınması ve ilişkilerin yeni dönemdeki dinamiklerinin mezkur zemin çerçevesinde belirlenmesi elzemdir. Yemen’deki Husi yapılanmasının da 2015’ten beri Arap dünyasında bir karşılık bulma ve muhatap alınma isteği dikkate alındığında bölgede muhkem İran vekillerinin dönüştürülmesi ve hatta kazanılması için 7 Ekim sonrasında gerekli koşulların oluştuğu göz ardı edilmemelidir.
İsrail’in Gazze’de devam ettirdiği soykırım ve savaşı Güney Lübnan’a taşımak için yaptığı hazırlıklar bölgede pek muhtemel bir şekilde yoğunluğu görece düşük ama uzun soluklu bir krizin habercisi mahiyetindedir. İşgal devletinin Hamas sonrasında ikinci büyük tehlike olarak tanımladığı Hizbullah’a karşı bir aksiyon alma girişimi, Lübnan’ın toprak bütünlüğünü de doğrudan etkileyeceği için yeni savaşın yansımalarının küresel siyasette net bir şekilde hissedilmesi beklenmektedir. Tüm tarafların bu keskin gerçeklikle yüzleştiği bir ortamda Arap Birliği’nin bu oldukça olumlu adımı hem İsrail’e karşı daha güçlü bir blokun oluşması hem de İran nüfuzunu gelecek yıllarda kırmaya yönelik niteliktedir. Arap liderlerinin Hizbullah ve Husiler ile önümüzdeki süreçte daha fazla ilişkiye geçmesi ve Arap kimliğine yapılacak atıflarla karşılıklı bağların kuvvetlendirilmesi Gazze sonrasında oluşmaya başlayan bölgenin siyasal denklemine özgün bir karakter kazandıracaktır. Arap dünyasının meselenin ehemmiyetini kavrayamadığı ya da gerekli adımları atmadığı bir ortamda ise Hizbullah, işgal devletine karşı yürüttüğü güçlü mücadele üzerinden bölgede etkisini daha çok artıracak ve Direniş Ekseni anlatısına yapılan güçlü atıflarla Kudüs’ü özgürleştirme misyonu İran ve vekillerinin tekelindeymiş gibi sunulacaktır. Bu durum benzer şekilde İran’ın diğer Şii vekil güçlerinin de öz güven ve motivasyon kazandığı bir siyasal gerçekliği beraberinde getirecektir.
Kudüs merkezli teopolitik mücadelenin ivmelendiği bir dönemde Siyonist ve Protestan siyasallıkların yanında agresif yayılmacı Fars Şii siyasallığının da güçlenmesi Ortadoğu’nun daha büyük bir istikrarsızlık sarmalına girmesine kapı aralayacağından bu süreçte aklıselim ile hareket ederek Arap Şii oluşumları ile Tahran’ın arasına mesafe koydurmanın yollarını aramak yerinde olacaktır. Gelinen nokta itibarıyla Arap Şii siyasallığını güçlendirerek Ortadoğu’da iddialı aktörler arasında dengeleyici bir siyasetin izlenmesi önümüzdeki süreçte hem bölgenin istikrarı ve kırılganlığının azaltılması hem de küresel siyasetin daha ılımlı bir zeminde seyretmesine katkı sunma potansiyeli yüksek bir stratejidir.