Türk basınına nadiren demeç vermesiyle bilinen Prof. Şerif Mardin, bir konuştu pir konuştu. “Çok güzel buz mavisi gözleri olan yakışıklı adam” hem de Hürriyet'te konuklarıyla söyleşilere imza atan kıdemli gazeteci (ama “magazin gazeteciliği” diye adlandırdığımız türde) Ayşe Arman'a konuştu. Hatırlanacağı üzere, Mardin'in Türkiye'de en son gündeme gelişi, bugün onun “mahalle baskısı” kavramı üzerinden mevcut baskıları meşrulaştırmaya ve Hoca'yı yeni yeni alkışlamaya başlayan ideolojik kümeye mensup kişilerin bir başka vukuatı nedeniyle olmuştu. Hoca, kendi ağzından Said Nursi ile ilgili bilimsel çalışmaları yüzünden, Türkiye Bilimler Akademisi'nden iki kez veto yediğini açıklamıştı da epeyce gürültü kopmuştu.
Hani ömrünüz boyunca harikulade işler yaparsınız ve son anda verdiğiniz bir kararla o güne kadar olmadığınız bir kimlik ile kamuoyunun karşısına çıkıverir ve kendiniz de savrulduğunuz yön hakkındaki bilginizden emin olamaz hale gelirsiniz ya; “acaba Şerif Mardin Hoca da böyle bir durumda mı?” diye düşünmeden edemiyor insan. Popstar Alaturka yarışmasında Bülent Ersoy'un cıngarlarına boyun eğen Orhan Baba, 50'sinden sonra Emmioğlu'nu rock'n roll tarzında söylemeye çalışıp gülünç olan Ferdi Abi, yine 60'ından sonra, tersine göç eyleyip, meyhaneden bara geçerek Teoman şarkılarına merak saran Müslüm Baba ya da bütün demokrat geçmişini 28 Şubat sürecinde çöpe atan bir başka baba; Süleyman Demirel...
Yeni Şafak -1 Ekim 2007 İşi Türk toplumunu incelemek olan Şerif Mardin Hoca ise, iyimser bakışla, bilim adamlarında sıkça rastlanan “öznellik” sorunundan kaçmak isterken, “araştırma nesnesine yabancılaşma” durumu yaşamaktadır. Kötümser bakış ise, yine bir başka açıdan öznellik sorunuyla ilgilidir: Hoca'nın, Türk sosyal bilimler literatürüne kendisinin uyarladığı merkez-çevre diyalektiği içindeki öznel (merkezî) yeri, onun yeterince nesnel olamayışına ve bir bakıma sınıfsal konumunun gereğine uygun davranmasına neden olmuştur. Eğer öyleyse “mahalle baskısı” kavramının içinin türlü misali doldurulması karşısında sessizliğini koruyan koskoca Şerif Mardin bile, sınıf baskısından azade değil, diye düşüneceğiz. Ya da “suç sende değil, gözlerinde” diyerek Şerif Mardin'i platonik biçimde sevmeye devam edeceğiz.
O halde sorun, Türkiye'yi kimin yöneteceği kavgasıyla bağlantılıdır ve iyi eğitimli, birkaç dili konuşabilen, dünyayı tanıyan, dinamik, hırslı bir kuşak, yine Mardin'in kavramsallaştırmalarıyla söylersek, “çevre”den “merkez”e doğru yürümektedir. “Merkez”de ise, özgürlükçü-jakoben hiç fark etmez, Tanzimat ile birlikte oluşmaya başlayan yönetici zümrenin temsilcisi mavi kanlılar bulunmaktadır; tecrübeleri fazla olsa da dinamizmleri, manevra kabiliyetleri çok sınırlıdır ve tecrübe eksikliği de hızla kapanmaktadır. Özellikle son yıllarda siyasetin temsil alanı genişledikçe merkezin bürokrat zihinli yapısı Türkiye gerçeğinden kopmakta ve imtiyazlı yönetim alanını elden çıkarmaktadır. Sorun, sınıfsaldır; taleplerini demokratik yollarla merkeze daha güçlü biçimde iletmeye başlayan çevrenin yeniyetme delikanlıları ile yönetme imtiyazından taviz vermek istemeyen merkezdeki zümrenin mavi kanlıları arasındaki kavgadır.
Ayşe Arman, Mardinler'in oğluyla birliktelik yaşayan “gelin” olmasa, koskoca Şerif Mardin ona röportaj verir, onunla aynı “bizli” dili kullanır mıydı?
Öyle olmasa 1992'de TÜSİAD'a ultra liberal bir Anayasa taslağı hazırlayan Erdoğan Teziç, Süheyl Batum ve Necmi Yüzbaşıoğlu hukuk kariyerlerini ve bilimsel saygınlıklarını bir kalemde silebilirler miydi?
Mustafa Kemal'in, “Fırkalar Garp medeniyetlerinde sınıf esası üzerine kurulurlar ve bu gayet tabii bir şeydir; ama bizim memleketimizde bunu yapamayız, çünkü bizde sınıf yoktur” yaklaşımı, Frengistan'da ne görürlerse kopya çekmeye girişen son dönem Osmanlı Batıcılarınınkilerden çok daha yerli ve orijinal gelir bana. Türkiye söz konusu olduğunda, Marks'ın Hegel'den aldığı antagonist diyalektik kuramına ve sınıf analizine, en azından maslahata binaen soğuk bakmakta yarar olduğunu düşünürüm. Fakat “maslahat”ı bir kenara bırakıp Türkiye'nin iki yüzyıla yakın bir süredir yaşadığı gerilimle ilgili bir “tespit” yapma amacıyla, Mardin olayını değerlendirince Mustafa Kemal'den biraz ayrı düşünmek gerekiyor sanırım. Belki Marksist teoride var olan soylu, burjuva, emekçi gibi kesimlerin modern Batı toplumlarındaki davranış biçimleri ile Türkiye'deki muadillerinin davranış biçimleri birbirine pek benzemiyor. Ama Türkiye'de adına yönetici-yönetilen, merkez-çevre, devletçi-milletçi, ne derseniz deyin iki ayrı sınıf var ve son günlerde Çankaya, yüzde 47, türban, Anayasa taslağı gibi faktörlerin de etkisiyle sıkça rastlanan gerilimler bu sınıfsal çatışmanın yansımasıdır.
SINIFLAR ÇATIŞIYOR
Şerif Mardin olayı ile ilgili daha kötümser, dolayısıyla acımasız ve belki de daha gerçekçi yaklaşım ise bambaşka bir tavır alışı gerektiriyor ve o andan itibaren kişisel tanımlamaları bile farklılaştırarak ayrıntılı hale getirmek gerekiyor. Mardin ailesinin bir başka ünlü ferdi Betûl Mardin'den doğma Haldun Dormen'den olma Ömer Dormen ile birliktelik yaşayan Ayşe Arman, (bu bakımdan kimilerinin “Hoca bu kadına nasıl konuşur?” diye hayret etmesi anlamsızdır) Şerif Mardin'i “buz mavisi gözleri var; çok güzel” diye tanımlıyor. İşte mavi gözlü Mardin de mavi kanlı oluşunun gerektirdiği sınıfsal davranışı sergiliyor; “Türkiye Malezyalaşabilir de, Malezyalaşabilmez de” türünden ortaya karışık konuşuyor, “kadınlar gelecekten korkmalı” diyor, yerinde yeller esen “mahallenin baskısı”ndan bahsedebiliyor.
Aslında bu önerinin biraz nahif kaldığının farkındayım; bu nedenle onun, yukarıdaki iyimser yaklaşımın devamı olarak görülmesi uygun olur.
Bugün hangi Mardin'in “gerçek Mardin” olduğunu anlayabilmek için iki şeye ihtiyaç duyuyoruz: Birincisi, gerçeğe; ikincisi Mardin'e. Sonuçta her ikisi de Şerif Mardin'de birleşiyor. Yani Hoca, canlı yayında teke tek ya da seviyeli konukların bulunduğu bir grubun karşısında Türkiye'de olup biten hakkında ne düşündüğünü açıkça anlatmalı; yakın çevresine yakındığı gibi kadınlar, mahalle baskısı, laiklik, demokrasi, Malezyalaşmak konusundaki “sözleri çarpıtıldı” veya “başka yerlere çekildi” ise bu tasrih ve tavzih fırsatını kullanmalıdır.
Oysa mahalle baskısı denen ve belli bir mahalde dinî olmaktan çok geleneksel tavır ve davranışların hükümferma olmasını ifade eden gerçeklik, Şerif Mardin'in 30-40 yıl önce bıraktığı Türkiye'de bile yok olmaya yüz tutmuştu.
Daha ses getiren ve ciddi olan Şerif Mardin Hoca'ya gelince; konuya iyimser bakanlara göre, o, bizdeki mahalle edebiyatının hangi boyutlara vardığını fark edemeden tartışmayı açtı. Muhtemelen başka bir mahallede, Amerika'da yıllar geçirmiş olmanın verdiği yabancılık ile 1960'lara dayanan Türkiye bilgisi Hoca'nın akademik zekâsının en parlak yanı olan kavramsallaştırma yeteneğiyle birleşti. Ancak ortaya, çıka çıka Ertuğrul Özkök'ün kalemine kadar düşen bir “mahalle baskısı” çıktı.
Birkaç yıldan beri Ahmet Hakan Coşkun, Sabah ve Hürriyet günleriyle birlikte mahalle edebiyatını en fazla diline dolayanlardan biri olmuştu. Kazanılmış değil verilmiş, dolayısıyla kendisinin sorumlu tutulamayacağı bir ortamla bağını anlatırken “içine doğduğum çevre” ya da “bizim eski mahalle” gibi deyimler kullanıyordu. Hâlâ da öyle; bir bakıma “yeni mahalle”nin gereğini yapıyor. Bu da o mahallenin baskısı olsa gerek.
ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN MAHALLESİ Kerli ferli hukuk hocalarını da ekleyerek bu listeyi yeterince can sıkıcı bir uzunluğa eriştirebiliriz. Ama şimdilik buna gerek yok; zira önümüzde Şerif Mardin Hoca gibi, bir çırpıda üzerinde hükme varılamayacak bir fenomen, duayen duruyor ve Hoca sustukça fenomenden muammaya, duayenden sorunsala doğru yol alıyor. Bu yazı dâhil pek çok değerlendirme, Mardin'in tavzihe muhtaç ve bilinen tavrıyla uyumsuzluğu aşikâr bir demecine, hem de ülkenin en sansasyonel gazetelerinden birinin en gayri ciddi kalemine dolanmış düşüncelere dayanıyor. Öyle olunca “bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkaramadığı”na dair rivayet bile, tartışmacıların biraz Hoca'ya olan saygısından, tersine çevrilerek kullanılır hale geliyor: Bir akıllı kuyuya taş atmış, kırk deli çıkaramamış!