Siyasal kültürümüzde devletin sahip olduğu merkezi konuma ilişkin geniş bir literatür ve o literatürde karşımıza çıkan yaygın bir kanaat vardır: On dokuzuncu yüzyıldan itibaren, bütün dünya toplumlarının farklı hızlarda şahitlik ettiği “dönüşüm mecburiyeti” bizzat devlet tarafından idare edilmiş, devlet de bu süreçte kendi “dönüşüm hikayesi”ni yaşamıştır. Merkezileşme ve bürokratikleşmeyle yoğrulan bir hikayedir bu.
Bu süreçte karşımıza çıkan genel çerçeve şu şekilde özetlenebilir: Devlet, Türkiye siyasal kültürünün ana unsuru, devlet seçkinleri de siyasetin ana aktörüdür. Devlet, bürokratik bir mekanizma olarak değil, siyasal merkezi temsil eden bir aktör olarak iş görür.
2000’li yıllarla birlikte devlet-siyaset ilişkisi bağlamında iki temel gelişme yaşandı.
1) Yeni bir devlet telakkisi ihtiyacına ilişkin söylem ve eylemler gün yüzüne çıktı. Devlete aşkınlık atfeden sağcı anlayışın da, onu salt baskıcı bir aygıt olarak gören solcu anlayışın da ötesinde yeni bir devlet telakkisi... 1990’larda entelektüel mahfillerde popülerleşen “devletin fonksiyonu” tartışması, 2000’lerde siyasal alanda geniş bir karşılık buldu. Siyasal alan genişledikçe, “siyasal seçkinler”in “devlet seçkinleri”nin önüne geçmesini sağlayan düzenlemeler yapıldı.
2) Bu süreçte “devlet seçkinleri”nin önüne geçen “siyasal seçkinler”in “yeni bir devletçilik” anlayışı geliştirdikleri eleştirisi yaygın bir kabul görmeye başladı. Çevreden merkeze doğru taşındığı iddia edilen aktörlerin daha önceki pozisyonlarından farklı olarak “devletçi” bir pozisyon takınmaya başladıkları belirtildi. Bu izah denemesinin gerçekliği ne denli yansıttığı ciddi bir tartışma konusu olsa da, “dünün İslamcıları bugün devlet adına konuşuyor” söylemi 2000 sonrası Türkiye siyasi hayatının önemli bir parçasına dönüştü. Devletin dönüşüm süreci yaşanmaya devam ediyor. Elit dönüşüm süreci de aynı şekilde. Burada yaşanan dönüşümün başlıca teminatı ise sahip olduğu toplumsal tabanı ve siyasal meşruiyeti.
Ne var ki, 2000 sonrasında Türkiye’deki siyaset – devlet ilişkisini “hakim parti”nin devletle ilişkisiyle sınırlayamayız. Zira bugün için konuşmamız gereken en temel meselelerden biri benim adına “devlet fetişizmi” dediğim durumdur. Ve bu fetişizmin kaynağında, AK Parti siyaseti yok.
Devlet fetişizmi neden önemli? Önemli, çünkü siyasal alandaki radikalizmin de ana kaynaklarından biri bana göre.
Siyasal alanda bir aktör olmaya değil, o alanı düzenlemeye çalışan muhalefetin ana unsurlarının devlet telakkisine bakalım. Tartışmanın selameti açısından muhataplarımızı üç ana gruba ayıralım.
1)Türkçüler, Kemalistler ve ulusalcılar
2)Kürtçüler
3)Cemaatçiler
Her üç grup da “devlet fetişizmi” ile malul konumdadır. Ve yaşadıkları siyasal sıkışmışlık halini, dolayısıyla da ürettikleri radikalizmi öncelikle buna borçludurlar.
Bugün yaşadığımız kavganın 1990’ların Türkiye’sini yaşayanlarla 2010’ların Türkiye’sini yaşayanlar arasında olduğunu döne döne söylemeye çalışıyoruz. Burada da aynı sürecin cereyan ettiğini görüyoruz.
Birinci grupta yer alanlar, yani Türkçüler, ulusalcılar ve Kemalistler, 1990’larda yüzeye çıkan “devletin korunması” söylemini her şeyin üstünde tutuyorlar. Bu çerçevede, her fırsatta siyasetin önünü tıkamayı, “küçük olsun, benim olsun” yaklaşımıyla hareket etmeyi bir maharet sayıyorlar.
İkinci grupta yer alan Kürtçülerse “devlet kurma” özlemi etrafında siyasete yaklaşıyorlar. Net bir biçimde 1990’ların siyasal kavram dünyası içinde formüle edilen bu “hissiyat”, kritik dönemlerde “siyasal pragmatizm” üretmelerini engelleyen bir unsura dönüşüyor.
Üçüncü grupta yer alan Cemaatçiler ise yine 1990’larda yürürlüğe soktukları “devletin ele geçirilmesi” stratejisi için mücadele etmeye devam ediyorlar. Bu mücadelenin demokratik bir siyasal alan için ne tür yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini hep birlikte yaşadık.
Sadece son 1.5 yıldır yaşadıklarımıza dönüp bakalım. Eğer ki bu aktörlerin bu “devletçi refleksleri” olmamış olsaydı acaba yaşadıklarımızı aynı şekilde yaşar mıydık?
Eğer “yeni bir devlet telakkisi” diye bir şeyden bahsediyorsak, bu sadece “hakim parti”nin kendi devlet telakkisini gözden geçirmesiyle sınırlı bir durum olmamalı. Farklı ideolojik kesimlerin de kendi devlet telakkilerini ve hatta takıntılarını gözden geçirmeleri mümkün olabilmeli...
[Akşam, 16 Ekim 2014]