SETA > Haber |
CHP'nin Tüm Hesabı Rejim Krizi Üstüne

“CHP'nin Tüm Hesabı Rejim Krizi Üstüne”

Aslan: CHP başta olmak üzere muhalefetin parlamenter sistemi savunmasının temel nedeni, parlamentoda hükümetin zor kurulup kolay düşürülmesi ve irade parçalandığı için rejim krizlerine gebe olmasıdır. CHP asker ve sivil bürokrasiye yol açmak istiyor.

Anayasa Uzlaşma Komisyon masasına şart öne sürmeden oturmak ve uzlaşılamayan meseleler üzerine konuşmak konusunda uzlaşamayan bir Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonumuz var. Bir önceki Komisyon da başarısız olmuş ve üzerinde uzlaşılması hiç zor olmayan 60 madde üzerinde 25 ay sonunda ancak uzlaşmıştı. Neden böyle? Partilerin siyasetinde mi arayalım bu sorunu/sorumsuzluğu yoksa şu ana kadar yapılmış anayasaların yapılış biçiminde dolayısıyla sivillerin tecrübesizliğinde mi?

Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun başarısız olması içinde bulunduğumuz siyasi şartlar göze alındığında pek şaşırtıcı bir durum değil. Partilerin sorumsuzluğunun –özellikle de anamuhalefet partisi konumundaki CHP’nin– ve aynı zamanda sivillerin tecrübesizliğinin elbette payı vardır. Ancak asıl sorun daha başka. Anayasa yapımını yasal-teknik bir mesele olmaktan çıkarıp, bir siyasi mesele olarak ele almak gerekiyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, Komisyon’un gerektiği gibi işlememesi günümüz Türkiye’sinde milli iradenin nasıl tanımlanması gerektiği konusunda derin bir toplumsal ayrışmanın bulunmasının bir sonucudur. Bu argümanı anlaşılır kılmak için anayasa, milli irade ve siyasi partiler arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmamız gerekir.

ANAYASA KOLEKTİF İRADEDİR

Kavuşturalım; anayasa, milli irade ve siyasi partiler arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

Şunun altını kalın harflerle çizmeliyiz, anayasa bir toplumun kolektif iradesinin somutlaşmış halidir. Anayasanın teknik-şekli boyutunu bir kenara koyduğumuzda, esas olan anayasanın toplumun ortak ruhunu, ortak iradesini ve bütünlüğünü temsil etmesidir. Tüm siyasi eylemler ve devlet meşruiyetini anayasadan alır. Dolayısıyla, anayasa toplumsal ayrışmaların son bulduğu bir objektiflik ve evrensellik noktası konumundadır. Ancak, modern demokratik siyasetin ayrıştırıcı özelliği olan iktidarın tüm sabitelerden kurtarılmış olması, anayasada somutluk kazanan milli iradeyi zaman-mekan üstü somut bir içerikten yoksun bırakır. Bu şu demektir, devlet egemenliğinin kaynağı konumundaki milli irade kategorik olarak içeriksiz bir boşluk olmaktan ibarettir. Yani, devletin temellendiği zemin olması bakımından milli irade evrensel, içerik bakımından ise tarihseldir ve siyasi çatışmaların merkezinde yer alır.  

Tam da bu noktada siyasi partileri devreye sokmamız gerekir. Siyasi partiler toplumun parçalılığını ve tarihselliğini gözler önüne seren olgulardır. Parçalılık boyutu göz önüne alındığında, siyasi partiler bir yandan toplumun farklı kesimlerini parlamentoda temsil ederken, diğer yandan da rakip milli irade tanımlarıyla metaforik olarak toplumun tamamını temsil etme iddiasında bulunurlar. Tarihsellik boyutuna odaklandığımızda ise, siyasi partiler toplumsal alanda zamanla yaşanan değişimler ile zamanın dışında konumlanan evrensel ve objektif devlet otoritesi arasındaki bağı kurarlar ve etkileşimi sağlarlar. Dolayısıyla, siyasi partiler en temelde, bir evrensellik noktası olarak tesis edilen millet iradesi ve buna yaslanan devlet otoritesini somut bir içerikle tanımlama iddiası taşıyan tikel ve subjektif pozisyonlardır.

Siyasi partiler arasındaki yorum farklılıkları ve ilişkiler de genel itibariyle iki jenerik şekilde gerçekleşir. Bunlardan biri, siyasi partilerin ortak etik-politik değerleri paylaştığı, yani milli irade konusunda geniş bir toplumsal uzlaşının bulunduğu durumlardır (mesela ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti gibi), diğeri ise bunun olmadığı durumlardır. İlkinde siyasi partiler birbirini “rakip” olarak tanımlarlar ve ilişkileri demokratik siyasetin sınırları içerisinde rasyonel ve daha az varoluşsal şekilde gerçekleşir. İkincisinde ise siyasi partiler birbirini “düşman” olarak görür ve ilişkileri demokratik siyasetin dışına taşar. Şiddete başvurmak, sokağı hareketlendirerek ve orduyu göreve çağırarak siyaset kurumuna müdahaleler gibi siyaset dışı mekanizmalar devreye sokulur.

PARTİLER ARASI İLİŞKİLER RAKİP DEĞİL DÜŞMAN İLİŞKİSİ

Türkiye’de siyasi partiler arasındaki ilişki biçimi hangi kategoriye yakın?

İkinci şekle çok daha yakın. Partiler arasında ortak etik-politik değerler, yani milli iradenin tanımı konusunda derin ayrışmalar söz konusudur. Bu sebeple de ilişkiler, büyük oranda kendisine karşı varoluşsal bir mücadele verilen “düşman” çizgisinde tanımlanır. Dolayısıyla, anayasa yapımı gibi toplumsal olanın inşasının söz konusu olduğu, yani evrensel ile tikel arasındaki etkileşimin zirve noktasına çıktığı günümüz Türkiye’sinde komisyonda bir kilitlenmenin yaşanması ve bunun sert bir şekilde gerçekleşmesi anlaşılabilir bir durumdur. Tekrarlayacak olursak, uzlaşma masasının CHP tarafından devrilmesi ve müzakerelerin akim kalması, sosyolojik değişimin aktörü konumundaki AK Parti’nin yeni bir milli irade tanımıyla sivil bir anayasa yaparak mevcut kurumsal düzeni reforme etmek istemesi, CHP (ve aynı zamanda MHP’nin de) eski milli irade tanımı ve bu tanıma yaslanan anayasayı ve kurumsal düzeni korumak için halen mücadele etmesi nedeniyledir.

KURUCU MECLİS BAHSİ TAM BİR BAHANEYDİ

Geçen dönem komisyon kurulurken ve çalışırken bir tartışma yaşanmıştı: “Bu meclis anayasa yapamaz, çünkü kurucu meclis değil” deniyordu. Şu an bu anlayışın izdüşümünü görüyor musunuz herhangi bir partide?

O tartışmada hukuki açıdan meclisin “kurucu” sayılabilmesi ve yeni anayasa yapabilmesi için, öncelikle referanduma gidilip halka yeni anayasa isteyip istemediğinin sorulması gerektiği söyleniyordu. Şayet halk nitelikli çoğunlukla anayasa yapımına onay verirse, ikinci adımda barajsız bir seçimle kurucu meclisin oluşturulması öngörülüyordu. Son olarak ise, oluşturulan kurucu meclisin yeni bir anayasa yapıp taslağı tekrardan referanduma götürmesi gerekiyordu. Referandumun sonucuna göre de yeni anayasanın yürürlüğe girmesi ya da eskiyle devam edilmesi bekleniyordu.

Bu iddiaların dayanak noktası ise, her seçim sonrası anayasa değişikliği tartışmalarının önüne geçmek olduğuydu. Hukuki olarak da bu iddialar, mevcut anayasanın anayasa değişikliğine ilişkin 175. maddesine dayandırılıyordu. Bu iddiaların hukuki zaaflarını bir kenara koyup arkasındaki siyasetine baktığımızda, “yeni bir anayasa yapılmasın” demenin uzun yolu olarak karşımızda durmaktadır. Oysa toplumda uzun süredir yeni bir anayasa yapılmasına dair bir istek olduğu, çeşitli kamuoyu araştırmalarınca da ortaya konduğu gibi, bariz bir şekilde ortadadır. Bunun için referanduma gitmeye gerek yoktur. Öyle ki 2002’den itibaren AK Parti’yi “hâkim parti” konumuna getiren seçim zaferlerinin hemen hemen hepsinin kurucu meclis oluşturulmasına yönelik toplumsal bir arzuyu barındırdığını söylemek abartı olmaz. Açık olan, Türkiye’deki sosyolojik gelişimin siyaset kurumu üzerinden bürokratik vesayetin anayasasına ve kurumsal yapısına meydan okuyor olması ve bu alanlarda köklü bir değişim isteği taşıyor olmasıdır.

AMAÇ VESAYET ANAYASASINI KORUMAK

Siyaseti toplumsal değişimin belirlemesi, siyasi iradenin de tabandan yukarıya doğru oluşması doğal ve sağlıklı olan değil midir zaten?

Bakın, bu iddiaların içerisinde özellikle dikkat çekici olan husus, barajın kaldırılarak parlamento seçimlerinin yapılması meselesidir. Hatırlanacağı üzere bu iddiaları gündeme getiren hukukçuların 2002 öncesinde parti kapatmalarını ve seçim barajını savunan insanlar olması ironiktir. Ama tavırlarında siyasi bir tutarlılık olduğunu da teslim etmek gerekir. Keza bu hukukçular için aslolan Kemalist rejimin, vesayet düzeninin korunmasıdır. 2002 öncesinde bunun yolu barajın korunmasından geçerken, bugün barajın kaldırılmasından geçmektedir. Günümüzde barajın kaldırılması yasama organında anayasa yapacak güçlü bir siyasi iradenin oluşmamasına ve meclisin tıkanmasına yöneliktir, bunun sebebi kesinlikle toplumsal farklılıklara duyulan özgürlükçü bir hassasiyet değildir.     

Bu tavrın günümüzde CHP tarafından devam ettirildiğini söyleyebiliriz. Uzlaşma komisyonunu sudan sebeplerle terk ederek anayasa yapımı çalışmalarını yavaşlatması bunun en açık göstergesidir. Ayrıca her seçim öncesi CHP (ve HDP çizgisindeki partiler) tarafından dillendirilen seçim barajının aşağıya çekilmesi ya da tamamıyla kaldırılması ve ayrıca milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması talepleri özgürlükçü bir siyasetin değil, mecliste güçlü bir siyasi iradenin oluşumunu engellemek, siyasi kriz çıkarmak ve böylece demokratik siyasetin alanını daraltarak ülkede yaşanan dönüşüm sürecini durdurma ve vesayet rejimini yeniden tesis etmeyi amaçlayan bir siyasetin dışa vurumları olduğunu da belirtmek gerekir.

BAŞKANLIK TARTIŞMASI ARAÇSAL

Mevcut Komisyondan umudunuz var mı peki, çalışır mı bu masa?

Çalışır demek zor gözüküyor. Bunun temel sebebi milli iradenin ne olduğu konusunda siyasi partiler arasında keskin bir ayrışmanın olması. Açacak olursak, anayasanın temsil edeceği milli irade, CHP tarafından “laikçi” kimlik, MHP tarafından etnik milliyetçi, yani “Türklük” kimliği ekseninde tanımlanmaktadır. AK Parti ise milli iradeyi dini ve etnik aidiyetlerin ötesinde “ortak medeniyet” kimliği zemininde tanımlamak istemektedir. HDP ise sürekli olarak “halk-lar” ifadesini kullanarak en temelde devletin zeminini teşkil eden milli irade kavramını yıkarak toplumsal parçalanmayı körüklemek ve böylece Türkiye’den bir kopuş için gerekli psikolojik ve siyasi şartları oluşturmaya çalışmaktadır.

Burada 1982 Anayasası’yla çelişen ve değişmesi için mücadele veren tek partinin “medeniyet” kimliği ekseninde bir toplum tasavvuruna sahip AK Parti olduğunu söylemek abartılı olmaz. HDP 1982 Anayasası’nın Kürt kimliğini dışlayan ruhunun ayrılıkçı ve pan-Kürdist siyasetini meşru kılması, CHP ve MHP ise 1982 Anayasası’nın ruhunun laikçi ve etnik Türkçü kimliklerin karışımından oluşması nedeniyle anayasanın değiştirilmesine karşıdırlar. Ancak muhalefet partileri, yeni ve sivil anayasaya büyük destek veren toplumun tepkisinden çekinerek bu niyetlerini gizlemeye çalıştıkları da gözlemlenmektedir. Bu amaçla CHP, MHP ve HDP özellikle başkanlık sistemi karşıtlığını araçsallaştırmaktadırlar.

Nasıl araçsallaştırıyorlar?

Bu araçsallaştırma, başkanlığın partiler tarafından kendi ideolojilerinde temellenen argümanlarla reddedilmesinde kendini ele vermektedir. CHP sosyal-demokrat ideolojisine paralel olarak başkanlığı “tek-adamlık,” MHP milliyetçilik ekseninde “parçalanma” ve HDP radikal-demokrat çizgisi ağır bastığında “otoriterlik,” pan-Kürdist çizgisi devreye girdiğinde ise “Kürt halkını ezecek savaş politikaları” ile anlamlandırmakta ve eşitlemektedir.  

AK PARTİ SÜREÇTE DİKKATLİ OLMALI

Komisyonun çalışma usulleri nasıl sizce, her partinin seçmenden aldığı yetkinin oranını dikkate almaksızın komisyonda eşit üyeyle temsil edilmesi demokratik mi? Partiler tabanlarının kendilerine verdiği yetkiyi, siyasi iradeyi mecliste tenkisata uğratabilir mi?

Komisyonun oy oranına bakılmaksızın her partiden eşit sayıda milletvekilinden oluşması ve kararların oy birliği ile alınacak olması demokrasi idealiyle bağdaşmamaktadır elbette. Demokrasi en nihayetinde yönetme hakkının rakamlarla (oy oranıyla) belirlendiği ve çoğunluğun yönetimini öngören bir yönetim biçimidir. Anayasa yapımı gibi kritik bir konuda halkın seçimde koyduğu iradenin göz ardı edilerek, eşit üye uygulamasının işletilmesi demokratik meşruiyet ve temsil açısından sorunludur.  

Aynı şekilde, bu uygulama siyaset-hukuk ilişkisi açısından da problem arz etmektedir. Eşit üye uygulaması, hukuk ve müzakere yoluyla siyasi sorunların çözüleceğine yönelik romantik bir bakış açısına dayanmaktadır. Oysa anayasa gibi tamamıyla siyasi bir sorun ancak siyasi yollardan çözülebilir. Bunun için de gücün (burada bu oy oranları şeklinde tezahür etmektedir) oynayacağı rolün kabul edilmesidir. Eşit üye ve kararların oybirliği ile alınmasıyla sürecin uzayacağı ve bir yere varılamayacağı oldukça açıktır. Muhalefet partileri açısından eşit üye uygulamasını benimsemek siyaseten anlaşılır bir durumdur, ancak AK Parti’nin bu uygulamaya olur vermesinin siyasi bir gerekçesi olamaz. Burada AK Parti’nin topluma uzlaşmacı ve ılımlılık görüntüsü vermeye çalışarak kamuoyunda sempati toplamaya çalıştığı sezinlense de, eğer süreç iyi yürütülemezse bunun parti tabanında bir tepkiye yol açacağını söylemek gerekir.

SİVİL, KISA, ÖZLÜ VE ESNEK ANAYASA

Muhalefet cephesinde özellikle sıklıkla sorulan bir soru var: “Yeni bir anayasaya neden gerek var, zaten değiştirildi ya birçok yeri” deniyor?

Bu iddiaları gündeme getirenlerin aynı zamanda “ilk dört maddeye dokundurmayız” diyenler olması asıl niyetin anayasanın bütününe ilişkin bir değişikliği istemediklerini söylüyor bize. Bütünlükten kastım tam olarak şu. Anayasa siyasi-tarihi bir olgudur ve toplumsal değişimlere göre şekil alır. Bu özellikle bizim gibi geçiş toplumları için çok daha akut bir meseledir. Çünkü toplumsal gerçekler ile anayasa arasında derin ayrışmalar ortaya çıkar. Yakından bakıldığında siyasi gelişmelere endeksli olarak yapılan tüm değişikliklere rağmen mevcut anayasa halen eski rejimin ideolojisini ve kurumsallaşmasını yansıttığını görürüz. İlk dört maddede açıktan olmasa da ima edilen devlet-toplum ilişkisi ve vatandaşlık tanımı –burada tam olarak “Atatürk milliyetçiliği” ifadesini kastediyorum– günümüzün toplumsal gerçekliğinin ve aynı zamanda uluslararası standartların gerisinde. Bu farkın kapatılması, darbe anayasasının yerine sivil ve demokratik bir anayasasının yapılması gerekiyor.

İkinci olarak, anayasada çok önemli bir yer tutan erkler arası ilişkiler ve yönetim sistemi konusunda bir belirsizlik, yetki-sorumluluk dengesizliği ve karmaşası söz konusu. 2007’de Cumhurbaşkanının seçimine yönelik anayasa değişikliğiyle birlikte Türkiye fiili olarak yarı-başkanlık yönetim sistemiyle yönetilmeye başlandı. Ancak Cumhurbaşkanının demokratik meşruiyeti ve sistem içerisindeki konumundaki bu çok önemli değişikliğe rağmen siyasi sorumlulukları konusunda bir adım atılmadı. Bu fiili durumun hukukileşmesi ve bu gibi belirsizliklerin giderilmesi gerekiyor.   

Yine, çok fazla değişiklik geçirmesine rağmen anayasa halen spesifik bir bütünlük arz ediyor. Gereksiz ayrıntılar, uzunluk ve katılık gibi problemleri halen bünyesinde taşıyor. Bu sorunun aşılması maddelerde yapılacak bir değişiklikle değil, anayasanın bütününe dair yeni bir perspektifle bir anayasanın yapılmasını da elzem kılıyor. Kısaca, daha kısa, özlü ve esnek bir anayasaya ihtiyaç var.   

DARBE RUHU 2002’DEN BERİ SİLİNİYOR AMA YETMİYOR

CHP anayasadaki darbe izlerini temizleyelim yeter diyor. Yetmez mi?

AK Parti 2002’den itibaren CHP’nin bu arzusunu yerine getirmeye çalışıyor zaten. Ancak CHP’nin bu süreçte iktidara olumlu bir katkısının olduğunu söylemek neredeyse imkânsız. Bu minvalde atılan her adımda toplumun ve iktidar partisinin karşısında yer aldı. Cumhurbaşkanının seçimi, yargı reformu, asker-devlet ilişkilerinin demokratik bir çizgiye çekilmesi, demokratik açılım, kişisel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi darbe izlerinin silinmesine ve demokratik siyasetin alanının genişletilmesine yönelik her hamleyi engellemeye çalıştı. Söylemde demokratik ve özgürlükçü, ancak eylemde otoriter ve vesayetçi bir çizgi takip etti. Bu süreçteki seçim sonuçları, CHP’nin bu söylem-eylem tutarsızlığının halk tarafından da görüldüğünü gösteriyor.

Ayrıca günümüzde aynı çevrelerin terör olayları ve paralel yapının çökertilmesinden sonra eli güçlenen orduya tekrardan yanaşmaya başladıkları ve askeri siyasetin içine çekmeye çalıştıklarına da şahit oluyoruz. Daha öncesinde ise ülkede kriz çıkararak AK Parti iktidarını indirmek adına hem HDP/PKK hem de paralel yapıyla dirsek temasında olduklarını da biliyoruz. Tüm bunlara bakınca bu çevrelerin çağrılarının samimi olmadığını, yani gerçek anlamda bir zihni kırılmaya uğramadıklarını ve yeni anayasa yapımını durdurmaya yönelik siyasi bir manevra olmaktan başka bir şey olmadığını görüyoruz.

YENİ ANAYASA İÇİN DOĞRU ZAMAN

Yeni anayasa bakımından zamanlama doğru mu sizce? Terör var, savaş var vs deniyor.

Yeni anayasanın zamanlaması üzerine düşünürken sadece şu an yaşanan PKK terörünü değil, son 13 yıldaki tüm süreci göz önüne almak gerekir. Son 13 yıl ülke açısından tarihin tekerinin çok hızlı döndüğü bir dönem oldu. Bazı toplumların birkaç asırda yaşadığını biz çeyrek asır gibi çok kısa bir süre içerisinde yaşamak zorunda kaldık. Çevreden merkeze akan sosyoloji Kemalist rejimin kurumsallaşmış düzenini sarsması, merkezi dönüştürmesi ve ekonomik-sınıfsal değişimlerin de tetiklediği bir toplumsal eşitlenme ve özgürleşim süreci yaşanmasına şahitlik ettik. Bunun karşısında bu süreci durdurmak ya da kendi istedikleri yola kanalize etmek için değişim karşıtlarının gerçekleştirdiği askeri darbe girişimlerini, Cumhuriyet mitinglerini, e-muhtıraları, Gezi vs. gibi toplumsal kalkışmaları, 6-8 Ekim gösterilerini, 17-25 Aralık yargı darbesi girişimlerini, metropollerde çeşitli terör örgütlerinin bombalama eylemlerini ve en son olarak da PKK’nın doğuda “devrimci halk ayaklanması”nı gördük. Kısaca, iki toplumsal bloğun, yani değişim isteyenler ile değişime karşı çıkanlar arasında bir kapışma gerçekleşti ve hala da bu süreç devam ediyor.

Yeni anayasa yapımı etrafında dönen tartışmalar ancak bu siyasi bağlam hesaba katıldığında anlaşılabilir. Yeni anayasa isteyenler hukuki sistemimizin sadece evrensel standartlara göre yetersiz olması dolayısıyla değil, ülkede yaşanan siyasi mücadelelerin çok önemli bir unsuru olduğu için de yeni anayasayı istiyor. Anayasanın bu iki boyutu birbirinden ayrı düşünülemez. Yeni anayasa yapılması ve yürürlüğe girmesi değişim taraftarlarının zaferi demek olacak, yeni anayasanın engellenmesi ise değişim karşıtlarının geleceğe dair siyasi-toplumsal umutlarını bir şekilde sürdürmeleri anlamına gelecek. Bu bağlamda, ülkede terörün ve diğer siyaset-dışı eylemlerin olması tam da yeni anayasa yapımını engellemeye yönelik hamleler olarak değerlendirmek gerekir. Yani “ülke bu haldeyken yeni anayasa mı yapılır” ifadesinin yüksek sesle dillendirilmesi, değişim karşıtlarının kamuoyunda yeni anayasa yapımına karşı oluşturmak istedikleri psikolojik ortamın baskın hale gelmesi anlamı taşır. Yeni anayasanın yapılması terörün ve savaşların, daha doğrusu ülkedeki “olağanüstü” şartların sona erdirilmesi için olmazsa olmaz bir olgu olarak değerlendirmek mümkündür.

BASKIN ERKEN SEÇİM OLABİLİR

Komisyon çalışmazsa AK Parti B planını yürürlüğe sokacak. Ne bekliyorsunuz 330 arayışı ve referandum süreçlerine dair?

AK Parti kurmaylarının komisyondan bir sonuç alamayacağını düşündüklerini kestirmek zor değil. Ancak öncelikle toplumdaki uzlaşma ihtimallerinin değerlendirilmesi ve tüketilmesi, bunun ardından gerçekten bir anayasa yapım sürecine geçilmesi gerekiyordu. İzlenen sürecin siyaseten doğru olduğunu söylemek gerekir. Bundan sonraki süreçte ilk olarak, yeni anayasa taslağını referanduma götürebilmek için gereken 330 milletvekilinin desteğini almaya yönelik hamlelerin yapılacağını beklemeliyiz. Bu noktada AK Parti muhalefet partilerinden milletvekili transferi gibi etik olmayan yollar yerine, parlamento üzerinde kamuoyu baskısı oluşturmaya yönelik adımlar atacaktır. Yani yeni anayasayı kamuoyu gündeminde tutarak ve tartıştırarak yeni anayasaya yönelik kamuoyu desteği yukarı çekilip parlamentoda buna direnen partiler üzerinde baskı oluşturmaya çalışacaktır. Bu baskı erken seçim ihtimaline endeksli bir baskı olacaktır. Her ne kadar erken seçim ihtimali yok dense de, şartlar birden o noktaya gelebilir. Bu ihtimali tüm partiler hesaba katıyordur. Böyle bir durumda özellikle MHP ve HDP’nin baraj altı kalması –ki her iki parti de anayasa tartışmalarından bağımsız olarak bir süredir yanlış siyasi hamleleri nedeniyle kan kaybediyorlar– ihtimal dâhilindedir.

MHP, CHP-HDP İLE ARASINA MESAFE KOYUYOR

Bahçeli bu ihtimale karşı farklı bir hamle yaptı aslında geçen hafta, 330 için AK Parti’yi yüreklendirdi bir bakıma?

MHP’nin şimdiden bir ön alma hamlesi olarak bu baskılara olumlu karşılık verdiğini görüyoruz. Komisyonda kalmaya yönelik ve anayasa taslağının referanduma götürülmesinde ihtiyaç duyulan 14 milletvekiline yönelik müspet açıklamaları var. Tabi burada MHP’nin son terör olayları sürecinde elinde kalan milliyetçi oyların bir kısmını daha AK Parti’ye kaydığını gördüğü ve parti için yaşamsal önemi olan milliyetçi söylemi elinden kaçırmamak için anayasa yapımına yönelik açıklamalar yapmak zorunda kaldığını da belirtmek gerekir. Yine aynı şekilde, bu açıklamalarla siyasi sorumluluk kokan bir duruş sergileyip, son dönemde iyiden iyiye ülke menfaatlerini ikinci plana itme eğilimi içerisindeki CHP-HDP çizgisiyle arasına mesafe koymak zorunda hissettiğini de söylemeliyiz. Ancak en nihayetinde MHP’nin başkanlık ve ilk dört madde şartını öne sürerek AK Parti’ye destek çıkmayacağını –ki bu yönde açıklamalar da geçtiğimiz hafta yapıldı– ve bu süreçte zikzaklar çizmeye devam edeceğini beklemek gerekir.

CUMHURBAŞKANI 104. MADDEYE DAYANARAK MECLİSİ BY-PASS EDER Mİ?

Ya B planı işlemezse?

Şayet AK Parti parlamentoyu yeterince baskı altına alamayıp 330’u bulamazsa, önünde ya anayasa yapımından vazgeçmek, ya erken seçime giderek anayasa için gerekli milletvekili sayısını tutturmaya çalışmak ya da anayasa değişikliği için başka bir formül bulması gerekecektir. AK Parti’nin yeni anayasadan, özellikle de başkanlık sistemi ısrarı düşünüldüğünde mümkün olduğunu sanmıyorum. İkinci ihtimal olan erken seçim ise bir şekilde AK Parti’nin gündeminde olacaktır ve eğer şartlar istediği noktaya gelirse böyle bir karar almaktan çekinmeyecektir.

Ancak bu noktaya gelmeden üçüncü bir ihtimalden de bahsedilebilir. Cumhurbaşkanı anayasayı bir derece zorlayarak ve esneterek, başbakan ve kabinesinin de desteği alıp, komisyonda hazırlanan yeni anayasa taslağını parlamentoyu by-pass ederek doğrudan halka götürme yoluna gidebilir. Anayasa’da Cumhurbaşkanının yetkilerinin sayıldığı 104. maddede Cumhurbaşkanının anayasa değişikliklerini referanduma sunma yetkisinden bahsedilmektedir. Bu daha çok Cumhurbaşkanının parlamentoyu yasama anlamında sınırlama ve denetleme işlevini kapsasa da, farklı bir şekilde yorumlanmaya da açıktır. Bu cüretkâr hamlenin yapılabilmesi için kamuoyundan ciddi bir desteğin alınmasının gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım. Halkın darbe anayasası ile yönetilmek ile sivil ve demokratik bir anayasa ile yönetilmek arasında kararını ve niyetini daha yüksek sesle dillendirmesi gerekmektedir.

MUHALEFET VESAYETTEN BESLENİYOR

Başkanlık ve yeni anayasa konuları birbirinden ayrılmalı tezine ne diyorsunuz?

Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var. Öncelikle yönetim sistemi konusunda net bir tavır almadan yeni anayasa yapmak mümkün değil. Erklerin kuruluşu, işleyişi ve aralarındaki ilişkilerin anayasada açıkça yazılması gerekiyor. Yani, yeni anayasa yapım sürecinde bir şekilde bir yönetim sistemi tercihi yapmak zorundayız. Bu noktadan bakıldığında başkanlık ile yeni anayasayı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şayet başka bir yönetim sistemi tercihi yapacaksak, mesela parlamenter sistem, onu da yeni anayasayla birlikte tartışmamız gerekir. Yönetim sistemi ile anayasayı birlikte ele alma sorunu –ki bu bir sorun olarak tanımlanır mı orası da tartışılır– mutlaka yaşanacaktır.

Hal böyleyken, bu iddianın arkasına baktığımızda başkanlık sistemine karşı itirazın başka bir şekilde dillendirilmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Elbette başkanlığa muhalefetin bu denli karşı olmasının da anlaşılır bir tarafı var. Toplumun merkezini tutamayan ve dolayısıyla siyaset kurumu üzerinden iktidara gelme ihtimalinin olmadığını düşünen bir akıl yürütmenin sonucunda bu karşıtlık oluşuyor. Başkanlığın yürütme erkini yönetim sisteminin merkezine alarak siyasi iradeyi güçlendirmesi, vesayetten beslenmeyi alışkanlık haline getirmiş muhalefeti doğal olarak rahatsız ediyor.

CHP’NİN TÜM HESABI REJİM KRİZİ ÜSTÜNE

Mesela? Nasıl rahatsız ediyor?

Örneğin son dönemde CHP başkanlık karşısında “güçlendirilmiş parlamentarizm” önerisi ile gündeme geldi. Ancak CHP’nin kastettiği sistem ile bu sistemin dünyadaki uygulamaları arasında açık bir tutarsızlık var. Açacak olursak, güçlendirilmiş parlamentarizm yürütme erkinin parlamenter sistem içerisinde merkeze alınmasını öngörür, yani hükümetin kurulmasının kolaylaştırılması, güvensizlik oyu ile düşürülmesinin zorlaştırılması ve cesur kararlar almasının sağlanması öngörülür. CHP’nin önerisi ise parlamenter sistem içerisinde yasamanın merkezde olmasına dayanıyor. Bunu yasama erkinin güçlendirilmesi şeklinde de anlamamak gerekir. Tam tersine, hükümetin parlamentoda zor kurulması, kolay düşürülmesi, ülke yönetimine dair ciddi kararlar alamaması, karar alma süreçlerinin yavaşlaması ve parlamentoda siyasi iradenin olabildiğince parçalanması amaçlanıyor. Bunun sonucunda bir yönetim krizinin başgöstereceği ve bunun da bir rejim krizi için gerekli şartları doğuracağı hesap ediliyor. Kısaca, demokratik siyasetin işlevsizleşmesiyle askeri ve sivil yüksek bürokrasinin siyaset kurumunu by-pass ederek yönetimi ele almasının yolunun yapıldığını söylemek abartı olmaz. 

Başkanlık ile anayasayı birbirinden ayırmak gerektiğini söyleyen ve muhalefetle siyaset-karşıtlığı noktasında bir araya gelen bir başka kesim daha var. Ancak bu kesimin siyaset karşıtlığı, muhalefetin “toplumsal dönüşümü durdurmanın yolu siyaseti boğmaktan geçiyor” anlayışından farklılık arz ediyor. Bu kesim temelde siyaseti hukuka tabi kılmayı amaçlamaktadır. Kendilerine temel aldıkları düşünce ise, 19. yüzyılın sonlarından itibaren siyaset-hukuk ilişkisine damgasını vuran neo-Kantçı bir hukuk ve anayasa anlayışıdır. Bu anlayışın belli başlı parametreleri şu şekilde. Siyasi eylemleri meşrulaştırmak ve açıklamak için saf bir irade formundaki akıl, evrensel olarak bağlayıcı ahlaki ve hukuki ilkeler ortaya koyar. Aklın ortaya koyduğu bu soyut ve bütünlüklü kurallar, siyasi-toplumsal alandan ayrı bir normatif alan oluşturur. Bu normatif kurallar manzumesi insan eylemlerini yönlendirir ve evrensel olarak geçerli olmalarını sağlar. Meşru siyasi düzen soyut aklın ürettiği bu evrensel normatif ilkelerin hayata geçirmesiyle meydana gelir. Daha spesifik olarak, devlet meşruiyetini, insan aklının ahlaki otonomisini ve evrensel geçerliliğini mümkün kılan bu kurucu evrensel ilkeleri temsil etmesi ve uygulamasıyla sağlar. Özetle, buna göre devlet egemenliğinin ve meşruiyetinin kaynağı somut, tarihi ve yerli millet iradesi olmaktan çıkıp, soyut ve evrensel akıl olur.

MİLLET İRADESİNİ DEĞİL AYDIN ELİTİZMİNİ AMAÇLIYORLAR

“Milli ve yerli anayasa” fikrine de itiraz edenlerden bahsediyorsunuz?

Evet. Dolayısıyla, Türkiye’deki bu liberal neo-Kantçı kesimin siyaset karşıtlığı millet iradesinin yerine soyut ve evrensel aklı koymak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu kesimler tüm siyasi sorunların soyut ve evrensel aklın ortaya koyduğu yasalara tabi olunarak çözüleceğine inanmaktadırlar. Buna göre, siyasete gerek yoktur, tüm toplumsal aktörler bu evrensel kurallara tabi olup ona göre hareket ederse toplumsal sorunlarımızın hepsi çözümlenecektir. Dolayısıyla yeni anayasanın milli ve yerli değil, soyut ve evrensel olması ideal olandır. Yeni anayasa bu çizgide bir anayasa olmadığı sürece de meşru değildir. Anayasanın meşruiyeti millet iradesinde, yani siyasette değil, soyut ve evrensel akılda, yani hukukta temellenmelidir. Sonuçta demokrasinin yerini bir tür aydın elitizmi almış olur. Daha da trajik olan tarafı, evrensel ve objektif olarak sunulan normların seküler, bireyci ve piyasacı burjuva ideolojisine yaslanan tikel ve subjektif bir pozisyon teşkil etmesidir.   

Millet iradesine karşı alerji beseleyen bu bakış açısı doğal olarak kararı ve siyaseti değil, müzakereyi merkeze alan bir yönetim sistemini arzu etmektedirler. Parlamenter sistem ideal şekliyle bu neo-Kantçı idealizmin somutlaşmış halidir. Parlamenter sistem aydınlanmış çıkarlara sahip toplumsal grupların mecliste biraraya gelip sorunlarını müzakere ettikleri ve müzakere sonucunda bir uzlaşıya vardıkları sistemdir. Devletin müzakere yoluyla yönetilmesidir. Başkanlık sistemi ise idealde, uzlaşının çoktan millet iradesince gerçekleştirildiğini varsayarak, en direkt yoldan bu iradenin siyasi karar alıcılar tarafından hayata geçirilmesini öngören sistemdir. Devletin milli iradeyi hayata geçirecek kararları alarak yönetilmesini öngörür.   

BAŞKANLIK VE ANAYASAYI AYRIŞTIRMAK DEMOKRASİ KARŞITLIĞIDIR

Yani?

Sonuç itibariyle her iki tez de, farklı düzlemlerde ve farklı şekillerde olsa da, milli iradenin siyasi iradeyle biraraya gelmesini öngören demokratik bir yönetimi karşısına almaktadır. Başkanlık ve anayasa tartışmasının ayrıştırılması son tahlilde demokrasi karşıtlığına evrilmektedir.   

MİLLİ İRADEYE DAYANAN ANAYASA TÜM TOPLUMUN ANAYASASI OLUR

B Planı ihtimali üzerinden devam etmek isterim. AK Parti’nin getireceği anayasa Meclisten geçerse tek parti anayasası mı olur bu?

Bu sorunun içinde barındırdığı eleştiri bir ön kabule dayanıyor. Bu ön kabul, anayasanın uzlaşıyla yapılması gerektiği ve uzlaşıyla yapılabileceği inancıdır. Her ne kadar kabul etmekte zorlansak da toplum kendi içinde bazılarını dışlayarak bir siyasi-toplumsal düzen kurar. Bu ontolojik olarak kaçınılmaz bir durumdur. Toplumda tüm herkesi kapsayan bir pozisyonun ortaya çıkması mümkün olmadığına göre –ki bu totaliterlik anlamına gelir– ve rakip siyasi pozisyonların varlık nedeni farklı toplum tasavvurlarına sahip olmaları olduğuna göre, anayasanın en geniş toplumsal desteğe sahip siyasi parti tarafından yapılması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk demokrasi fikriyle de uyumludur, keza demokrasi çoğunluğun yönetimidir. Burada elbette kastedilen çoğunluğun azınlığın haklarını gaspetmesi değildir. Demokratik siyaset azınlıkta kalanın haklarını koruma hedefi güttüğü gibi, çoğunluk olmak için adil ve serbest mücadelenin sürdürülmesi hedefi de gütmektedir. Dolayısıyla, siyasi iradeye yön verecek iradenin çoğunluğu oluşturan toplumsal kesimin, yani “milli” iradenin olmasıdır. Milli iradeye yaslanan bir anayasa, siyaseten bir kesimin, hukuki olarak ise tüm toplumun anayasası olacaktır. Neticede siyaset ayrıştırıcı, hukuk ise birleştirici bir kimlik taşır.    

İLK DÖRT MADDE TARTIŞMASI HUKUKİ DEĞİL SİYASİ

İlk üç dört maddeye dokunulup dokunulmayacağı meselesi de tartışmalı. Ne dersiniz dokunulmalı mı, nasıl dokunulmalı?

İlk dört maddeye dokunulup dokunulmaması artık sembolik bir önem kazanmış durumda. Evet, burada vatandaşlık tanımına ve devlet-toplum ilişkisine yönelik sorunlu olan somut noktalar var. Bunların yeni anayasada farklı bir şekil alacağı da muhtemeldir. Ancak tüm bunların önüne geçen nokta, bu dört maddeye dokunulmasının Kemalist rejimin en nihayet tarihe gömülmesi anlamını taşımasıdır. Bu haliyle, bu maddelere dokunulması hukuki olmaktan çok siyasi bir anlam taşır. Çok daha açık bir ifadeyle, Kemalist ideoloji zemininde siyaset yapan siyasi partilerin –spesifik olarak CHP ve MHP– mevcut krizlerinin daha da derinleşmesi demektir bu. Çünkü böylece ülkede siyasi mücadelenin çerçevesini çizen ideolojik yapısal şartlar, geri döndürülemez biçimde yeniden tanımlanmış olacaktır. Bu durumda, tüm siyasi partilerin yeni yapısal şartlara göre siyaset belirlemeleri ve strateji geliştirmeleri gerekecektir. CHP ve MHP laikçi ve milliyetçi bir siyaseti sürdürmekte zorlanacakken, AK Parti (ve bir gün demokratik siyasete dönme kararı alırsa HDP) de bu siyasete muhalefet etmek yoluyla artık topluma doyurucu bir siyaset sunamayacaktır.       

VATANDAŞLIK TANIMI NASIL OLMALI?

Meclisteki dört partinin de üzerinde uzlaşacağı bir vatandaşlık tanımı yapabilecek miyiz acaba, malum, mevcut tarif Türk vatandaşı vurgusuyla yapılmış?

Hem evet, hem hayır. Şöyle ki öncelikle üzerinde uzlaşacağımız bir vatandaşlık kavramı tespit etmemiz gerekir. Ve bu kavram herkes tarafından kabul görmelidir. Mesela tüm Amerikalılar kendisini “Amerikan” olarak tanımlar. Ancak farklı toplumsal kesimler “Amerikan”dan farklı şey anlar. Biz henüz bu noktaya, yani bir evrensellik noktası tespit etme noktasına dahi gelmiş değiliz. Türk mü diyeceğiz, yoksa Türkiyeli mi, yoksa başka bir şey mi? Burada açıkça görülen Türk-Kürt kimliklerini ve ifadelerini aşan ve kapsayan bir kimlik tanımına ihtiyacımız olduğudur.

Herkesin üzerinde uzlaştığı, yani evrensel bir kavram tespit edildikten sonra bunun tikel ve rakip yorumları ortaya çıkacaktır. Bu, muhtemelen bir sağ, bir de sol yorum şeklinde olur diye tahmin ediyorum. Günümüzde CHP’nin “laiklik,” MHP’nin “Türklük,” AK Parti’nin “medeniyet” ve HDP’nin “halk-lar” olarak adlandırdığı farklı vatandaşlık tanımlarının zamanla bu formata dönüşeceğini beklemek gerekir. Şimdiden AK Parti ile MHP, CHP ile de HDP arasında küçük çaplı da olsa ideolojik bir yakınlaşmanın yaşandığı gözlerden kaçmıyor. Zamanla bu dörtlü parti yapısı, ikiye inecektir. Bazı partiler parçalanacak, küçülecek ya da yok olacak, bazıları ise daha da kuvvetlenecektir.

“TÜRKİYE MİLLETİ” KAVRAMI YENİ ÜST KİMLİK OLUR MU?

“Türk milleti” vurgusu da tartışma konusu. Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçildiği günün akşamında yaptığı konuşmada “Türkiye milleti” demişti. Leyla Zana kabul edilmeyen milletvekili yemininde aynı ifadeyi kullandı. Atatürk’ün de değişik zamanlarda “Türkiye milleti” dediği biliniyor. Bu atıf bu tartışmayı suhuletle tamamlamayı mümkün kılar mı?

Türk kimliği zamanında tüm toplumsal grupları kapsıyordu, ama bu kavram zamanla radikal bir yapısökümüne uğratıldı ve evrensel ve objektif olma özelliğini kaybetti. Özellikle Kürt vatandaşların önemli bir kısmı açısından bir vatandaşlık tanımı olarak “Türk” ifadesi otomatik olarak Kürt varlığının reddedilmesi olarak algılanmaya başlandı. Türklük böylece toplumsal alandaki pozisyonlardan bir pozisyon olmaya gerilemiş oldu. Bunun farkında olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti siyaseti, yeni bir evrensel kimlik tanımı yapmaya girişti. Önceleri “Türkiyelilik” ifadesi kullanıldı, bu çok rağbet görmedi. İnsanlar sanırım “Türk” ifadesinin başına ne geldiğini anlamadılar ya da anlamak istemediler. Ve en son olarak da “Türkiye milleti” kavramı kullanıldı. AK Parti siyaseten varlığını devam ettirmek istiyorsa ve ülkede gerçek manada yapısal bir dönüşüm gerçekleştirip iktidarı elinde tutmak istiyorsa üst kimlik konusunda toplumu ikna etmek zorundadır. Daha iddialı bir ifade kullanayım, Türkiye’de yeni bir üst kimlik tanımı ortaya atıp tüm topluma kabul ettirmeye kim muvaffak olursa bundan sonra iktidarın sahibi o olur. 

Bulunduğumuz noktada böyle bir siyasi hamle için tek aday AK Parti gibi duruyor. Yeni bir üst kimlik tanımının yeni bir toplumsal düzen kurmak isteyen siyasi aktör tarafından yapılmasından daha doğal bir durum yok. Aynı şekilde toplumsal değişime direnen CHP ve MHP gibi siyasi aktörlerin eski (ya da daha doğrusu “eskimiş”) üst kimlikte ısrar etmesi de aynı şekilde anlaşılabilir bir durum. Ayrılıkçı bir siyaset güden HDP için ise mesele artık bir üst kimliğin var olup olmamasını aşmış halde. Dolayısıyla, bu meselenin çözümü tamamıyla siyasetin karar vereceği bir husustur. Bu bir uzlaşıdan öte, AK Parti’nin önce toplumsal alanda sonra da siyaset kurumu içerisinde diğer siyasi aktörlerin meseleye bakışını değiştirip değiştiremeyeceğine bakar. Devreye bu dönüşümü gerçekleştirmeye muktedir stratejiler girer. Mesela, Atatürk gibi bir yandan belli toplumsal kesimler için sembolik ve aynı zamanda da toplumu birleştirici bir ismin ve Leyla Zana gibi Kürt sosyolojisinde önemli bir karşılığı olan bir siyasetçinin “Türkiye milleti” ifadesini kullanmış olmasının iyi değerlendirilmesi gerekir. Aksi taktirde, AK Parti’nin zaman zaman gözlenen etnik-milliyetçi bir çizgiye kayması ülkenin doğuda parçalanmasının ve vesayetin geri gelmesinin yolunu açar.      

TARTIŞMA NEDEN ZEHİRLENDİ?

Anayasa bahsini kilitleyen esas konu idari sistemde yapılması planlanan değişikliklerle ilgili malum. Daha açık söylersek başkanlık tartışmasıyla, daha da açık söylersek Erdoğan’ın ismi etrafında yürüyen tartışmalarla ilgili. Niye zehirlendi bu konu böyle, Türkiye bu değişikliği yapmak zorunda oysa?  

Bu değişikliği herkesin yapmak istediği konusunda emin değilim. Söylemler bu şekilde olabilir ancak arkadaki niyet bunun tam tersi. Anayasa meselesi siyasi partiler açısından artık bir varoluş meselesine dönüşmüş durumda. Yeni anayasa demek, eski Türkiye aktörleri CHP ve MHP’nin siyaset yaptıkları ideolojik zeminin –ki bu zemin son 13 yılda darmadağın oldu– tamamıyla tarihe karışması demek. Her ne kadar hırpalanmış ve içi boşalmış olsa da, CHP ve MHP için 1982 Anayasası’nın ve çizdiği ideolojik-kurumsal çerçevenin korunması tekrar iktidara gelme umutlarının geleceğe taşınması anlamı taşıyor. Anayasa değişirse, şehirde oynanan oyun da radikal bir şekilde değişmiş olacak.

Dolayısıyla, anayasa değişimine karşı olanlar bu durumda doğal olarak tartışmaları zehirleme yoluna gittiler. Bunun da iki yolu vardı. Birincisi toplumun önemli bir kesiminin istediği bir değişime karşı gözükmeden, bu değişimi engellemek. Bunun için toplumun ideolojik yapısı içerisinde bahaneler bulmak gerekiyordu. Yeni anayasa için bulunan bahaneleri tekrar saymaya gerek yok sanırım. Kurucu meclis tartışması, AK Parti’nin hala gizli niyetleri olduğu imaları, başkanlık sisteminin tek-adamlık getireceği ya da ülkeyi böleceği iddiaları, vs.

ERDOĞAN KARŞITLIĞI 2010’DA BAŞLATILDI

İkinci yol nedir?

İkinci olarak muhalefetin anayasa değişikliğine karşı durma politikası için bir çıpa noktasına ihtiyacı vardı. Bu değişimin merkezindeki aktörün “canavarlaştırılarak” değişimin durdurulacağı umut ediliyordu. “Erdoğan saplantısı” olarak medya ve kamuoyunda ifade edilen şeyin aslında bilinçli bir siyaset olduğunu teslim etmek gerekiyor. Toplumsal muhalefeti tek bir noktaya odaklamak kolay değildir, bunun için somut ve net bir “düşman” yaratmak gerekir. Erdoğan hem toplumsal muhalefeti tek bir cephede toplamak hem de karşı cenahta değişim istencini yıkmak açısından hedef olarak seçildi ve işlevsel olarak kullanıldı.

Muhalefetin “Erdoğan-karşıtı” siyasetinin 2010 yılı gibi başladığını da not etmek gerekir. Bu tarih vesayet düzeninin büyük oranda tasfiye edildiği ve artık yeni bir düzen için toplumsal alanın hazır olduğu dönemdi. Yani bir bakıma Erdoğan, “buz-kırıcılık” olarak tanımlayabileceğimiz siyasi misyonunu tamamlamıştı. Düzenin küresel ve bölgesel güç odaklarıyla uyumlu yerel bir aktör, spesifik olarak da paralel yapı ve onun güdümündeki siyasilerin liderliğinde tesis edilmesi öngörülüyordu. Bunun için de Erdoğan’dan kurtulmak gerekiyordu. Bu siyaseti kuranlar hiçbir zaman CHP ve MHP olmadı, onlar sadece oyunu kuranların peşine takılanlar ve kendi çıkarları için işlevsel olarak kullananlar oldular. Bu partilerin içine yönelik “kaset operasyonları”nın yapılmasını da –CHP’de Kılıçdaroğlu’nun liderlik koltuğuna oturtulması, MHP’de parti üst yönetiminin istifa etmek zorunda bırakılması– bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Neticede Türkiye siyasetinin son 5-6 yılı düzen kurucu aktörün kim olacağı tartışması etrafında geçti. Yeni anayasa yapılana ve devletin kurumsal yapısı yeniden düzenlenene kadar da siyaset, Erdoğan-karşıtlığı ve taraftarlığı tarafından belirlenecektir. Tüm yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin ülke siyasetinde son kozlarını bu denli açıktan sahaya sürmelerinin başka bir açıklaması olamaz.

MUHALEFET ÖCÜ MASALIYLA KORKUTMAK İSTİYOR

Başkanlığın tek adamlık diktatörlük sistemi olduğu, Erdoğan’ın kendini kral padişah falan ilan edeceği yönünde bir öcü masalı siyaseti yapılıyor muhalefet tarafından. Korkmalı mıyız başkanlıktan? 

Başkanlık sistemi muadili olan parlamenter sistem gibi demokratik bir yönetim sistemi. Güçler ayrılığına ve hukukun üstünlüğe dayanan bir sistem. Parlamenter sistemden ayrıldığı nokta yürütme ve yasama seçimlerinin ayrı ayrı yapılması ve hükümet ve yasama organlarının görev süreleri dolana kadar görevde kalmaları. Dolayısıyla başkanlık, güçler ayrılığının çok daha net olduğu, ancak bununla birlikte yürütmenin daha ön planda olması dolayısıyla istikrarsızlığın ve otorite boşluğunun çok daha az ihtimal dahilinde olduğu bir sistem.

Lakin başkanlık muhalefet tarafından sanki hukukun üstünlüğünün olmadığı, yani başkanın hukukun üstünde olduğu bir sistem gibi sunuluyor. Başkanlık hakkında bu iddiaları ortaya atanlar, bu sistemin bu şekilde olmadığını çok iyi biliyorlar. Ancak bu sistemin kendileri için dezavantajlı bir siyasi ortam yaratacağını bildiklerinden –ki başkanlık seçimini kazanmak için toplumun merkezine yönelik kapsayıcı bir siyaset geliştirmek gerekir– başkanlığı canavarlaştırarak bir korku nesnesine dönüştürme siyaseti güdüyorlar.  

TÜRKİYE İÇİN DOĞRU SİSTEM BAŞKANLIK MI?

Başkanlık Türkiye için neden gerekli, hangi derdimize deva olacak?

Türkiye’de yönetim sisteminden kaynaklanan belli sorunlar var. Bunların başında demokrasi açığı geliyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren 1950’ye kadar güçler ayrımının ve serbest seçimlerin olmadığı tek parti rejimince yönetildi. 1950’den itibaren ise parlamenter demokrasiye geçiş yaşandı. Ancak parlamenter sistem vesayet düzenine uyumlu bir şekilde dizayn edildi. Bu dizaynda ön plana çıkan siyaset kurumunun hem dışardan hem de içerden çevrelenmesiydi. Dışardan bürokratik vesayetin kurumları tarafından çevrelenerek seçilmiş hükümetlerin büyük kararlar alması –elbette almak için bir irade gösterdikleri sürece– engellendi. İçerden ise, bürokratik vesayetin temsilcisi konumundaki siyasi aktörler tarafından istikrarsızlığı körükleyecek bir siyasetin takip edilmesiyle işlevsiz kılınmaya çalışıldı. Bu siyasi tablo milli iradenin devlet iradesine ve eylemlerine yansımaması sorununu ortaya çıkardı. Devlet ile toplum arasında derin bir ayrışma ve yabancılaşma yaşandı.

İkinci sorun ise, demokrasi açığı sorununa bağlı olarak ekonomik geri kalmışlığa yol açtı. Devlet-toplum yabancılaşması nedeniyle toplumun enerjisi devlete gerektiği gibi yansıyamadı. Bu boşluğu iyi değerlendiren oportünist siyasiler ve diğer aktörler genelin çıkarı yerine kendi özel çıkarlarını ön plana koydular. Bunların yaratmış olduğu dinamizm eksikliği ve siyasi istikrarsızlık büyük kalkınma projelerinin yapılmasını engelledi.

Üçüncü sorun ise, diğer iki soruna bağlı olarak dışarıya bağımlılık oluştu. Demokrasi açığı iktidar odaklarının halktan ziyade uluslararası güç merkezlerine yaslanmalarına yol açtı. Bu durum, uluslar arası güçlerden izinsiz adım atamama durumunu ortaya çıkardı. Ekonomik geri kalmıştık da hem güvenlik sektöründe dışa bağımlılığı körükledi ve küresel ekonomi içerisinde de ülkeyi bir yarı-çevre ülkesine indirgemiş oldu.     

Başkanlık bu üç yapısal soruna da bir cevap üretecek mekanizmaları devreye sokabilir. Yürütmenin direkt halk tarafından seçilmesi ve siyaset kurumunun güçlenmesi demokrasi açığını sonlandırırken, bunun yarattığı siyasi istikrar ve dinamizm ekonomik kalkınmayı daha da ileri götürecek şartları yaratacaktır. Hem demokrasi hem de kalkınma konusundaki atılımlar da güvenlik sektöründe ve uluslararası politika geliştirilmesinde dışa bağımlılığı azaltarak ülkeyi daha da güçlü bir noktaya taşıyacaktır. Özetle, bir mekanizma olarak başkanlık sistemi güçlü bir ülke ve sağlam bir demokrasi inşa edilmesi için önemli bir işlev görecektir.

ÇATIŞMA DEĞİL UYUM İÇİNDE BİR SİSTEM KURULMALI

Denetleme frenleme sistemleri, erkler arasındaki bağımsızlık gibi önemli noktalar var. Bunların temini tesisi için ne yapılmalı neye dikkat edilmeli?

Nasıl bir başkanlık modeli olacağı da önemli bir soru. Burada sistemin ne şekilde dizayn edileceği önem arz ediyor. AK Parti bunun yerli ve milli olacağını söylüyor. Yerli ve milliden kastedilen sistemin doğal olarak Türkiye’ye has olacağıdır. Dünyada başkanlık uygulamalarına baktığımızda her ülkenin kendi ihtiyaçlarına ve toplumsal yapısına göre sisteme dizayn verdiği gözlenmektedir. Elbette evrensel olan bazı hususlar var. Yürütme ve yargının seçimlerinin ayrı yapılması ve ayrı bir şekilde işlemesi hepsinde ortak. Yani erklerin bağımsızlığının mutlaka sağlanması gerekiyor. Burada sınırların çok iyi bir şekilde çizilmesi gerekir. Bu konuda da bütçe yapımı, KHK çıkarılması, fesih meselesi, yargı üyelerinin atanması, seçimlerin zamanlaması vs. gibi konu başlıkları var. Buralarda belli tercihler yapılarak Türkiye’ye has ve işleyen bir sistem inşa edilecektir.

Sonuçta esas olan, sistemin unsurlarının birbirinden ayrı tutulması ancak bu ayrışmanın çatışmaya değil uyuma yönelik olmasıdır. Yani, kuvvetler ayrımı en iyi şekilde sağlanmalı ama bu kuvvetler çatışmasını değil, kuvvetlerin uyumlu işleyişini esas alarak düzenlenmelidir. Çünkü başkanlık sisteminin en temel problemleri arasında sistemin tıkanması ve katılığı yer almaktadır. Bu sorunlar kuvvetler arasında uyumsuzluğun ve çatışmanın olduğunu gösterir. Bu sorunlara yol açmayacak şekilde sistem düzenlenmelidir ya da en azından sistemi açacak mekanizmalar geliştirilmelidir.

[Röportaj: Fadime Özkan]
[Star, 13 Mart 2016]