SETA > Haber |
Alternatif Bir Modernite İnşası Çok Zaman Alacak

Alternatif Bir Modernite İnşası Çok Zaman Alacak

Yeni Asya Gazetesinden H. Hüseyin Kemal'e demokrasi, liberalizm ve alternatif modernite inşası konularında değerlendirmelerde bulunan SETA Araştırma Asistanı Ömer Aslan, “İslâm dünyasında hayat bulabilecek ve kendimize has bir çoğulculuk anlayışıyla kurulabilecek bir alternatif modernite inşasının, eğer bir gün gerçekleşecekse, olağanüstü zor ve zaman alacak bir mevzu olduğunu söyleyebiliriz.” dedi.

Müslüman ülkelerdeki insanların ölümünü Batı kurum ve kuruluşları sessiz kaldıkça Batı değerleri de sorgulanır hale geldi. Fakat okullarda Batılı değerlerle büyümüş insanlar olarak bunu yapmak büyük emek gerektiriyor. Biz de bu hafta SETA Siyaset Araştırmacısı Ömer Aslan’la Batılı değerler üzerinden yaşanan tartışmaları mercek altına almaya çalıştık. Alternatif bir modernliğin inşa edilip edilemeyeceği üzerine konuştuk.

Obama’nın hareket alanı nasıl daraltıldı? Demokrasilerde iktidarın kusur ve yanlışları onları diktatör yapar mı?

Her şeyden evvel, “iktidarın kusurları ve yanlışları” olduğunu düşünmekten “Başbakan diktatör”e giden yolu sorgulamamız gerekir. “Diktatör” sıfatı rastgele seçilmemektedir. Hatırlanacağı üzere, göreve geldiği ilk yıllarda, Amerikan Başkanı Obama önce “Müslüman”, daha sonra “sosyalist” olmakla suçlanmıştı. Bu sıfatların sıradan Amerikalıların zihinlerinde harekete geçireceği önyargılar ile Başkan Obama’nın hareket alanı kısıtlanmış ve her adımında “Müslüman” veya “sosyalist” olmadığını kaıtlamak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla, “diktatör” kelimesi, bölgemizde yaşanan sıkıntılı ve çatışmalı geçiş dönemi de göz önüne alındığında, Batılı başkentlerdeki tınısı nedeniyle son dönemde bilinçli olarak kullanılmaktadır.

Seçim sandığı tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz?

Seçimlerin 20. yüzyılda otoriter/diktatör yönetimler tarafından rejime meşrûiyet kazandırmak için kullanılmış olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ancak otoriter yönetimlerin gerçekleştirdiği seçimlerde, aynen Mübarek dönemi Mısır’ında veya Ali Abdullah Salih dönemi Yemeni’nde olduğu gibi, diktatör Başkan veya iktidar partisi % 50 ile iktidar olmaz, oyların % 99’unu veya % 96’sını alır.

TOPLUMUN HER KESİMİNİ TEMSİL ETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Batı demokrasilerinde hükümetler toplumun herkesimini temsil edebiliyorlar mı?

Seçilmiş hükümetin toplumun bütün kesimlerini temsil etmesi gerektiği ve Başbakan’ın herkesin Başbakanı olması gerektiği gibi düşünceler, son zamanlarda çok sık dile getirilmektedir. “Gerçek demokrasi” aslında hiçbir rejimin (demokrasi veya değil) karşılayamayacağı böylesine hayalî bir taleple eş tutularak, karşılanamaz bir beklenti üzerinden hayal kırıklığı oluşturulmakta, hükümet üzerindeki baskı arttırılmak istenmektedir. Bu önermeyi ciddiye alıp incelediğimizde ve gelişmiş Batı demokrasilerindeki durumu göz önüne aldığımızda, hiçbir demokraside Başkan veya Başbakanların herkesin hükümeti/Başbakanı/Başkanı olmasının, toplumun bütün kesimlerini kelimenin tam anlamıyla temsil etmesinin mümkün olmadığı açıkça görülmektedir.

Gerçek şudur ki; demokrasilerde, iktidarların “toplumun bütün kesimlerini temsil etme” diye bir sorumlulukları yoktur. Teorik olarak da mümkün olmayan bu sun’î beklenti, hem çok partili demokrasiyi anlamsızlaştıracak hem de siyasetin doğasına ters düşecektir. Siyaset her rejimde zıtlıklara, karşıt görüşlere dayanır, “kim için oy verirseniz verin iktidarın aynı politikaları izlemesine” değil. Siyasal partiler iktidara geldiklerinde aynı politikaları izleyecek, birebir aynı birey, haklar, toplum ve özgürlük anlayışına sahip olacaklarsa, çok partili demokrasi ideali de anlamsızlaşacaktır. Halbuki bir rejime demokrasi diyebilmemiz için seçim sandığı kadar birden fazla siyasal partinin bu sandıkta yarışması da gerekmektedir. Tek parti demokrasisi diye bir kavram henüz icat edilmiş değildir.

Son günlerde Liberallerin İslâm’a olan yaklaşımları daha bir belirginlik kazandı. İslâm’ın topluma yön verme açısından belli sınırlar içinde kalması gerektiği söylendi. Bu haliyle liberaller de topluma başka bir dayatmada bulunmuyor mu? Sizce Liberaller hangi tezlerle hareket ediyorlar?

Liberal kesimin en temel tezi, herkesin doğrusu ve iyisinin kendine olduğu, diğer tüm doğrulara baskın çıkacak ilâhî ve/veya dünyevî bir doğru veya değerin olamayacağı, dolayısıyla toplumsal barış ve çoğulculuk adına herkesin kendisinin tanımladığı doğrusu ve iyisinin diğer insanlarca makbul, doğru ve iyi kabul edilmesi gerektiğidir. Yani tanınmış cemaatçi filozof Charles Taylor’un da eleştirdiği değer çoğulculuğu ile şu denmektedir: “Hiç kimse başkasının değerlerini sorgulamamalıdır, herkesin değerleri kendi sorunudur, onun yaşama biçimi seçimidir ve buna saygı duyulmalıdır.” Değer-çoğulculuğu ise hiçbir şeyi olduğu gibi bırakmaz. Bu yıkıcı bir öğretidir. Değer-çoğulculuğu türümüz için en iyi hayata dair bütün iddiaların temelini ortadan kaldırır.

LİBERALLER TOPLUM MÜHENDİSLİĞİNİN ÂLÂSINI YAPMAKTADIR

Değer Çoğulculuğu üzerinde durmak gerekir...

Değer çoğulculuğu denilen bu yeni liberal dogma, liberallerin tanımladığı sınırlı şekliyle kaldığı sürece Müslüman inançları ve bazı doğrularını da kabul ettiği için, kendisini değerler üstü, tarafsız göstermeyi başarmaktadır. “Tüm ideolojiler kötüdür” fikri üzerinden İslâmcılık, muhafazakârlık, milliyetçilik veya sosyalizm birer ideoloji olmanın uzantısı olarak lânetlenirken, Taylor’un deyimiyle “yansızlık felsefesi” olan liberalizmin de bir ideoloji olduğundan hiç bahsedilmemektedir. Bu sayede de liberaller en fazla şikâyet ettikleri toplum mühendisliğinin âlâsını yaptıkları gözlerden kaçmaktadır. Değer çoğulculuğu ile yayılmak ve yerleştirilmek istenen, Ali Yaşar Sarıbay’ın da dediği gibi, insanların bir arada düşünülemeyecek şeyleri “ben yaptım oldu” diyerek mübah hale getirmelerine ve bunu “kendi gerçeği” olarak sunmalarına (birçok durumda dayatmalarına) sözde meşrûiyet sağlayan bir kültürdür.

GEZİ GÖSTERİCİLERİ BATI DIŞI MODERNİTEYE KARŞI ÇIKTILAR

İslâm dünyasının başka türlü bir modernlik inşa etmesi mümkün değil mi?

İslâm dünyasının veya diğer medeniyet havzalarının kendi modernitelerini inşa edebileceği fikri son 20 yıl boyunca teorik olarak yazılıp çizildi. 1950’lerde meşhur olan modernizasyon teorisini çökertmek adına farklı, Batı-dışı modernitelerin mümkün olabileceği söylendi. 1950’lerde Müslüman toplumlar üzerine yapılan çalışmalara da yansıyan modernizasyon teorisi, modernitenin tek olduğunu, eşsiz varsayılan Batı modernitesinin tek yönlü olarak Doğu toplumlarına yayılacağını, bu sayede sekülerizmin de diğer coğrafyalarda yaşayan insanlarca kabul edileceğini ve neticede dinin zayıflayacağını iddia ediyordu. Bu teoriyi çürütmek adına “alternatif moderniteler” ve “çoklu moderniteler” söylemi 1980’lerin sonunda ortaya çıktı ve Soğuk Savaşın da sona ermesiyle 90’larda hız kazandı. Bu çalışmaların öncülerinden olan Samuel Eisenstadt “toplumlar moderniteyi, kendi kültürel kodları, gelenekleri ve tarihî tecrübeleri ile Batılı emsalini bire bir taklit etmeyerek kurup yaşayabilirler. Batı modernitesi her medeniyet havzasına aynı şekilde yansımak zorunda olmayabilir.” diyordu. Bu söylem, 11 Eylül saldırıları sonrasında da farklı bir boyut kazanarak devam etti. Bu kez Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezini çürütmek adına, medeniyetin tek olmadığı, var olan farklı medeniyetlerin kendi otantik parametrelerini günlük hayata yansıtabilecekleri, daha da önemlisi farklı birey, haklar, toplum anlayışlarıyla yan yana barış içinde yaşayabilecekleri söylendi. Teoride mümkün olduğu söylenen alternatif modernite inşası veya özgün medeniyet ihyasına pratikte izin verilmeyeceğinin ilk işaretleri diğer Doğu toplumlarında (meselâ Japonya’da) 1980’lerin sonlarında, Türkiye’de ise 28 Şubat darbesi sürecinde verilmişti. Gezi Parkı eylemleri ise alternatif moderniteler inşasının, hem olası yeni modernite modellerini kendi kültürel hegemonyasına tehdit olarak algılayan Batı hem de Batılılaşma serüvenimizin başladığı son 200 yıl içerisinde yetişmiş, Batı’nın kültürel kodlarını iyice içselleştirmiş ve yaşadığı toplumun geneline yabancı “bireyci Batıcılar” nedeniyle son derece zor olduğunu tescil etmiş oldu. Tam da bu nedenlerle, İslâm dünyasında hayat bulabilecek ve kendimize has bir çoğulculuk anlayışıyla kurulabilecek bir alternatif modernite inşasının, eğer bir gün gerçekleşecekse, olağanüstü zor ve zaman alacak bir mevzu olduğunu söyleyebiliriz.