SETA > Yorum |
Ahir Zaman Mehdisi mi

Ahir Zaman Mehdisi mi?

Tabii olmayan, ‘kesret'e dahil olmaya yanaşmamaları, diğer ‘cemaat'lere bir yandan “önümde durma” derken, öte yandan “önümde durmazsan hamin olurum, durursan sen de hedefim olursun” mesajı vermeleri. Peki bizden istenen bu ‘teslimiyet'in kaynağı ne olabilir? ‘Ahir zaman'da olduğumuzdan şimdi ya da yakın bir zamanda ilan edilecek bir mehdilik iddiası mı?

Gülen ve çevresindekilerin, dershanelerin dönüÅŸtürülmesi ile baÅŸlayan, ancak anlaşılan o ki 7 Åžubat krizi diye anılan MÄ°T BaÅŸkanı’na yönelik operasyona kadar da uzatılabilecek olan hamlelerinden sonra, ‘siyasal ilahiyat’ın çeÅŸitli vesilelerle gündeme geldiÄŸine ÅŸahit olduk. Bunda elbette kendisini ‘sivil’ bir yapı olarak tanımlayan, ancak hayatın neredeyse her alanında faaliyet gösterdiÄŸinden ‘sivil’liÄŸini kavrayabileceÄŸimiz bir zemini bulamadığımızdan nasıl adlandırılacağı konusunda bizi (ve elbette kendilerini de) kafa karışıklığı içine sürükleyen bir bünyenin beslendiÄŸi ‘dil’in dini kavramlara yaslanan bir yönünün bulunmasının etkisi var. Bu anlamda, Açık GörüÅŸ’te yayınlanan “Gülen Cemaati ve Sünni Kodların Kaybı” yazısında, Burhanettin Duran’ın, daha evvelden, Orta DoÄŸu’da mezhepçi bir çizgi izleyen ülkelerin siyasi hatlarını belirlemek için kullandığı ‘teo-politik’ ifadesini, Gülen ve çevresindekilerin Sünni kodlardan ayrıştığını ve grup asabiyesi çerçevesinde hareket ederek kendilerine mahsus ‘dini-siyasal’ bir kavram seti oluÅŸturduÄŸunu göstermek için kullanması, burada sözkonusu edilen ‘dil’in anlaşılması noktasında önemli bir adımı iÅŸaret ediyor. Lakin hem bu tür bir çözümlemeyi derinleÅŸtirmek ve hem de içinde yaÅŸadığımız krizin mahiyetini belirleyebilmek adına, bu adımı ikinci bir adımla daha desteklemek gerek.

CEMAAT ASABÄ°YESÄ°

Elbette bu ‘dil’, geleneÄŸin kavramlarını kullanıyor; lakin, onları ciddi bir kırılmaya, dahası kendilerini ‘merkez’e alan bir kırılmaya uÄŸratıyor. Bu durumun Said Nursi’yle belirli bir iliÅŸkisi var elbette; ancak Said Nursi’yi aÅŸan yönü, bu iliÅŸkinin kendisinden daha bariz. Bir örnek vermek gerekirse; “bir gün gelecek bugünkü hadiselerdeki farklılığımızın çerçevesini bütün boyutları ile herkes anlayacak” cümlesini ve bu cümlenin sarfedildiÄŸi konuÅŸmanın genelindeki ifadeleri çözümleme konusu edebiliriz. 

Ahmet Kurucan’ın 14 Aralık 2013’te Zaman’da yayınlanan “Ben deÄŸil, biz de deÄŸil sadece o (cc)” baÅŸlıklı yazısında Gülen’den aktarılan bu cümle, iki ÅŸeyi birden, aynı anda söylüyor: hem kendilerinin haklı olduÄŸunu, dolayısıyla kendilerinin iÅŸlerinde de, anlayışlarında da ‘herkes’ten farklı olduÄŸunu, hem de bunun ileride ‘herkes’ tarafından anlaşılacağını. 

EÄŸer ortada herhangi bir ‘cemaat’ varsa kendilerine dair bir farklılık algısının olması gayet tabiidir; dili ister ÅŸöyle ya da böyle olsun. Tabii olmayan, kendilerine dair kendi algılarının ‘herkes’ tarafından da teslim edilmesinde direngen olmaları, ‘kesret’e dahil olmaya yanaÅŸmamaları, diÄŸer ‘cemaat’lere de bir yandan “önümde durma” derken, öte yandan da “önümde durmazsan hamin olurum, durursan sen de hedefim olursun” mesajı vermeleri. Peki bizden istenen bu ‘teslimiyet’in kaynağı ne olabilir? ‘Ahir zaman’da olduÄŸumuzdan ÅŸimdi ya da yakın bir zamanda ilan edilecek bir mehdilik iddiası mı?

MÜJDELÄ° HABER NE?

Kurucan’ın sanki ‘müjdeli bir haber’ (Ä°ngilizce konuÅŸuyor olsaydık, buna ‘evanjelik’ derdik) gibi sunduÄŸu cümlelerine bakılırsa -lütfen sözkonusu yazısıyı bir kez okuyun, sonunda sizi tövbe etmeye sürükleyecek olsa da-, kendisinin sanki ilk defa duymuÅŸ gibi davrandığı bir bahis gelir: ‘Hû’ (‘hüve’) bahsi. Farklılığı yaratan husus, buradadır ve buraya dayanarak bizden kendilerine ‘teslimiyet’göstermemiz beklenmektedir. Kendilerinden ‘biz’ diye bahisle: “Ä°lla biz denilecekse, Hüve’ye baÄŸlı bir izafi biz’den söz edilebilir... Küçümsemeyin bu yaklaşımları. Allah izzet ve azameti dest-i kudretine perde yaptığı gibi tevfikini de vifak ve ittifakımıza baÄŸlamışsa küçümseyemezsiniz. Bununla beraber asıl olan O’dur.”

Gelenekten bir kopuÅŸ vardır burada, çünkü bu ‘biz’in (veya gelenekte yeri olmayan ‘yeni’ bir tabirle, bir ferde deÄŸil bir topluluÄŸa atfen söylenen ‘ÅŸahsi manevi’nin) ‘izafi’ bir ‘Hüve’ olduÄŸundan bahsedilmesini, gelenekle izah etmenin hiçbir yolu yoktur. Çünkü ‘tevfik’ istenebilir, ‘vifak ve ittifak’a ümit baÄŸlanabilir, ama ‘Hû’nun kendi limanlarına demir attığını iddia etmek, ‘tevfik’in kendi ‘vifak ve ittifak’larında olduÄŸunu söylemek baÅŸka bir ÅŸeydir. ÖrneÄŸin Niyazi Mısri, yarım sayfacık bir izahatında, öyle ‘izafiyet’e filan mahal bırakmayacak bir ÅŸekilde ‘Hû’yu, “ÅŸol sırr-ı gaybîden ki, aslâ ÅŸuhûdu mümkün olmaya” diye anlatır. Hazret’e göre, ‘Hû’, “Kendi cümleye iç olmuÅŸdur, görünmez. Sıfâtı kendisine taÅŸra olmuÅŸdur ki, hep görünen Odur” diye de söylenir. Zaten Arapça gramerlerinde bir zamir olarak ‘hüve’den bahsedilirlen “Tahtında müstetir Hüve” denilir. Dolayısıyla sözkonusu edilen konuÅŸmada görebildiÄŸimiz ‘izafi Hû’luk’ iddiasını ya da ‘illa’ demeyi bile kendi ‘izafilik’lerine hamleden (‘herkes ileride haklı olduÄŸumuzu anlayacak, çünkü biz...’ gibi) bir anlayışın ortaya çıkışını veya ‘Hû’nun örtüsünün açıldığı zehabının verilmesini, aynı konuÅŸmada sözü edilen ‘yol yorgunluÄŸu’na mı baÄŸlamalı, bilemeyiz.

HU, HUDA HÜVE...

“Hayır biz onu kastetmedik; ne yani, bütün o paralellik iddialarına bir de ‘manevi paralellik’ iddiası mı ekliyorsun?” diye itiraz edenler olacaktır elbette. Ä°slam tarihinde ‘enel hak’ dediÄŸi için dar’a çekilen Hallac-ı Mansur gibi hazretler çıkmıştır, ancak nihayetinde ‘illa’ dese de ‘nahnül Hû’ iddiasıyla ilk defa karşılaşılıyor. ‘Hak’ta bir ferdiyet meselesi olduÄŸundan dolayı, en fazla susulabilir Mansur’un dar’a çekilmesi karşısında. Ama ‘Hû’, bir topluluk adına iddia edilen ‘ÅŸahsi’liÄŸe nasıl baÄŸlanabilir? 

“Ben O’yum, ama bunu ben söylemeyeyim de benim adıma siz söyleyin” demek deÄŸil midir bu?”

Dolayısıyla söz konusu itirazda bulunanlar için basit soru ÅŸu olacaktır: Hû’da, herkesin ileride anlayacağı bir farklılık, izafi bir ‘biz’ eliyle de olsa, nasıl ortaya çıkabilir? 

Kurucan söz konusu yazısını ÅŸöyle bitiriyor: “Farklılık Hû’da karar kılıp, sadece O’nun (cc) limanına demir atmaya baÄŸlı. Bilmem arz edebildim mi?” Hayır arzedemedin, istersen bir kez daha dene, bakalım arzedebilecek misin? Bu liman tapusuyla mı devrediliyor, iÅŸgal edilerek mi ele geçiriliyor? Nasıl oluyor?

BATINÄ° BÄ°R DÄ°L

Hele ki bir tabib olmasına, insanı tababet teknikleriyle tahlil etmesine, insanın ‘doÄŸum’unun ancak biyolojik olabileceÄŸine inanmasına raÄŸmen, Freud bile ‘o’yu (Hüve’) ‘herkes’e bahÅŸederken, izafilik çehresi altında bir ‘Hû’dan bahsetmek ne anlama geliyor?

Demek ki sadece Sunni kodlardan bir ayrışma yok karşımızda, ‘bâtıni’ bir de dil var. Bu dil grup asabiyetini ‘devlet’ ekseninden de öteye yaydığı için aslında onun, daha çok ‘simgesel otorite’nin tesisiyle ilgili olan ‘siyasal ilahiyat’la alakası yoktur; dahası, böyle bir tesisin önüne engel olarak çıkmaktadır ki bu durumun, sadece Osmanlı tarihinde bile örneÄŸi boldur. 

[Meraklısı için uzunca bir not: Freud’un algısına göre ‘ben’ (ene), insanoÄŸlunun doÄŸumunda onu biyolojik olarak oluÅŸturan ‘içsel kuvvetler’in dış dünyayla etkileÅŸime girerek ayrışmasıyla oluÅŸur. Bu ‘içsel kuvvetler’ nihayette bilinemez (gayb) ve bilinçsiz (laÅŸuur) olduklarından, doÄŸrudan analize muhatap olamaz. Ancak bir aÄŸacın etrafını saran ‘kabuk’ gibi o ‘iç kuvvetler’in etrafını saran ve dünyayla iliÅŸki geliÅŸtikçe gittikçe büyüyen ‘ben’in analize gelen taraflarıyla ona dair ancak bir izlenime sahip olabiliriz. ‘Ben’, bir kısmıyla içine uzandığı bu ‘içsel kuvvetler’den tamamıyla ayrılmaz; alt kısmıyla ona kaynaşık olarak geliÅŸir.

Freud bu ‘ben’in içine uzandığı ve alt kısmıyla kendisiyle kaynaşık olarak bulunan ÅŸeye, Almancasıyla ‘das Es’ adını verir. Freud’un diÄŸer Avrupa dillerine çevrilmesi esnasında Almancada ‘o’ (‘hüve’) anlamına gelen bu ifade, Latincedeki karşılığıyla ‘id’ diye çevrilir ve Türkçe dahil literatürde de ‘o’ (‘hüve’) ÅŸeklinde deÄŸil, ‘id’ ÅŸeklinde yer alır. 

Åžurası da ilginçtir: Freud bu yataÄŸa ‘o’ adını verirken, bilimsel nedenlerle uÄŸraÅŸmayan bir yazarın, ‘ben’ denilen ÅŸeyin esasen edilgen davrandığını ve ‘ben’in, bilinmeyen ve kontrol edilmeyen güçler tarafından ‘yaÅŸandığını’ iddia etmesinden ilhan alır. Söz konusu yazar, bu güçlere ‘o’ demektedir. 

Dahası, belki daha öncelere de götürülebilir, ama Schopenhauer’un istemde bulunan, ancak bilmeyen ‘irade’sinden yola çıkan Nietzsche’de de bir ‘o’ (das Es) tanımına rastlanır. Nietzsche de Freud’a benzer bir biçimde ‘o’yu psiÅŸenin içgüdüsel bilinçsiz güçleri olarak tanımlar. 

VARLIÄžIN YURDU OLARAK ‘O’

Aynı ÅŸekilde, bu çizgiden farklı olarak ortaya çıksa da ve mesela Meister Eckharts’ın ‘Gelassenheit’ı gibi eski dönemlere kadar uzatılabilse de, Heideggeryen fenomenolojide de bir ‘o’ vardır: ‘Es gibt’ ÅŸeklindeki bu ‘o’, varlığın yurdu olarak düÅŸünülen dilin yapısında kendisini gösterir ve Levinas’tan Derrida’ya, eleÅŸtirilse de, aynı mihval üzerinde yorumlanır. 

Burada dilin ‘performatif’ tarafı ortaya çıkar ve sanki artık hangi adla anılmasını gerektirdiÄŸini karıştırdığımız bünye de ona oynuyormuÅŸ gibi gelir, ama bu çok, ama uzun bir meseledir. 

Yine de mesela, bize Roma Ä°mparatorluÄŸu’nu “azamî takva, azamî zühd, azamî vilâyetle, sevgi, ÅŸefkat, merhamet ve muhteÅŸem bir sebat, sabır ve fedakârlıkla” yıktığı söylenen ve havari olmamasına raÄŸmen sonradan ‘performatif’ bir güçle havari sınıfına dahil ediliveren, ama Freud tarafından bile ‘Amon rahibi’ diye adlandırılan Pavlus’ta, ‘o’ yoktur. Mana ilmini öÄŸrenmekle havaslık yapılamayacağının en büyük örneÄŸi de kendileridir.

Ä°slam geleneÄŸinde ‘Hû’nun yerine gelince, Niyazi Mısri sözü zaten söylemiÅŸti.]

[Star Açık GörüÅŸ, 11 Ocak 2014]