Jet krizinin atlatılmasıyla tekrar yoğunlaşan Türkiye-Rusya ilişkileri Suriye krizinin çözümünde de kendini göstermeye başladı. Ağustos 2015'ten itibaren Suriye krizinin Rusya ile koordineli bir şekilde çözülebileceğine dair görüş bir yıllık gecikme ile uygulamaya konuldu. Halep'in düşüşü Suriye muhalefetinin kapasite ve organizasyon açısından yetersizliğini, rejim ve ortakları için ise savaşın maliyetini gözler önüne serdi. Türkiye, Rusya ve İran arasındaki mutabakatın bu şartlar altında oluşması tesadüf değil. Geçtiğimiz hafta Rusya'nın Ankara büyükelçisine yapılan suikastı, iki taraf da Türkiye-Rusya yakınlaşmasını baltalamak üzere kurgulandığı şeklinde yorumlayarak buna izin vermeyeceklerini açıkça dile getirdi.
Moskova'da üzerinde anlaşmaya varılan maddeler Suriye krizinin çözümüne yönelik makro plan niteliğinde. Başta Astana olmak üzere bundan sonraki görüşmeler ise muhtemelen sahanın nasıl dizayn edileceği ile ilgili olacak ve dolayısıyla çok daha çetin geçecek. Bu açıdan süreci şekillendirecek üç önemli nokta var:
Birincisi Esed'in pozisyonu. Rusya, Esed'in kendileri için kırmızı çizgi olmadığını birkaç kez dile getirirken, İran ise Esed'i vazgeçilmez olarak nitelendirmişti. Ancak Esed'in ülke üzerindeki kontrolünü kaybettiği ve muhaliflerin de kendisini kabullenmeyeceği dikkate alındığında bu mesele zor da olsa çözüme kavuşturulacak.
İkincisi ABD'nin bu sürecin dışında kalmış olması ve PYD ile ilişkisi. Suriye'nin toprak bütünlüğü sağlanmasının önündeki en büyük engel, ABD'nin önemli ölçüde desteğini alan PYD'nin Suriye'nin kuzeyinde fiili bir kontrol alanına kavuşmuş olmasıdır. ABD'nin bu desteği elbette ki karşılıksız değil. Dolayısıyla ABD kendisinin tatmin edilmesini bekleyecek.
Üçüncü mesele ise DEAŞ. Suriye krizine müdahil olan aktörlerin ortak düşmanı gibi gözükse de gelinen noktada örgüt ile mücadelede en etkili aktör Türkiye. Ve ABD bu anlamda Türkiye'den daha fazlasını istiyor. Ancak bu konuda ABD ile ayrışan Türkiye'nin Rusya ve İran'la ne kadar mutabakata varacağı da belirsiz. Dolayısıyla zaten Fırat Kalkanı ile sahada olan Türkiye bir yandan mutabakat çerçevesini dikkate almalı öte yandan da kendi ajandası çerçevesinde hareket etmeye devam etmeli.
20 Aralık'ta Moskova'da başlayan görüşmeler sonunda ortaya konulan metin üç aktörün kaygılarını bir seviyeye kadar giderdiği açık. Türkiye açısından bakıldığında Suriye'nin toprak bütünlüğü vurgusu ülkenin kuzeyinde bağımsız ya da özerk bir bölgenin ortaya çıkmamasına yönelik okunabilir. Üç ülkenin garantörlüğü, krizin siyasi yollarla çözümü konusundaki mutabakat ve Suriye'nin bütününde ateşkes görüşmelerine başlanması, Suriye krizinin geleceğine ilişkin göze çarpan en önemli ifadeler. Daha önemlisi bu görüşmelerin Astana'da devam edecek olması. Perşembe günü ilan edilen ateşkes Moskova sürecinin devam ettiğine işaret. Ancak bu adım başlı başına bir anlam ifade etmiyor. Önemli olan bu adımın aktörler nezdinde ne anlam taşıdığı. Aktörler ateşkesi, yeni çatışma dönemine hazırlık için bir fırsat olarak mı değerlendirecek yoksa gerçekten çözüm için bir zemin mi? Daha önceki ateşkes süreçleri dikkate alındığında birinci seçenek ağır basıyor. Ancak bu inisiyatifin savaşın maliyetini üstlenen taraflarca alınmış olması ikinci seçeneğin de ciddi anlamda gündemde olduğuna işaret. Bu durumda sürecin baltalanma ihtimaline karşı önlemler alınmalıdır.
[Sabah Perspektif, 31 Aralık 2016].