Türkiye siyasi hayatı bir yandan aşinası olduğu, bir yandan daha önce hiç tanıklık etmediği zor günler yaşıyor. Aşinası olduğu diyorum çünkü Türkiye siyasi hayatı çetin iktidar mücadelelerinin ve siyaset üzerindeki vesayet arayışlarının her daim varlık gösterdiği bir alan olageldi.
Bugün de karşımızda apaçık bir iktidar mücadelesi ve siyaset üzerinde bir vesayet oluşturma çabası var.
Cumhuriyet tarihi söz konusu olduğunda yeni olan husus, "dinî bir hareket"in "muhafazakâr bir iktidar"a meydan okumasıdır. Bu, Burhanettin Duran'ın "Gülen hareketinin Sünni kodlarından kopuşu" olarak nitelediği durumun da apaçık bir yansımasıdır.
Söz konusu meydan okumanın Türkiye siyasi hayatına yaptığı ve yapması muhtemel etkileri konuşup duruyoruz. Fakat bir yandan da, bu süreç ve başkaldırı hamlesinin Türkiye İslamcılığının özgün renklerinden biri olan Gülen Hareketine ne tür etkilerde bulunduğunu ve bulunacağını da tartışmak gerekiyor.
Dershanelerin kapatılması tartışmaları ile başlayan süreçte "Gülen Hareketi" ile ilgili geniş toplum kesimlerinde çok ciddi bir algı değişimi yaşandı.
Başbakanın tam da seçim sathı mailinde risk alamayacağına ve "geri adım" atmak durumunda kalacağına inanan Gülen Hareketi, yaklaşık bir yıldır farklı düzeylerde tartışılan dershane düzenlemesini, masadaki birçok taslaktan biri olan bir metin üzerinden gündem yaptı. Hareket, dershane tartışmasını geniş toplum kesimlerini arkasına alarak hükümet karşısında yeniden konum elde edebileceği bir fırsat olarak gördü.
Dershane tartışmasının başladığı noktada "söylemsel üstünlüğü" büyük ölçüde elinde bulunduran Gülen Hareketi, bu söylemsel üstünlüğü bir siyasal pragmaya dönüştürmeye çalıştı ve tarihinde ilk kez devlet tarafından adeta bir hükm-i şahsiyet olarak tanınma talebinde bulundu. Bu çerçevede başbakanla pazarlık masasına oturmak istedi, fakat başarılı olamadı. Hareketin sözcüsü konumundaki medya organları ve figürleri bu süreçte tarihlerinde hiç olmadığı ölçüde "sert bir muhalefet dili" kullandılar. Bu sert muhalefet dili 17 Aralık operasyonları sürecinde daha da sertleşti ve giderek başbakanı doğrudan hedef tahtasına oturtan bir başkaldırı söylemine dönüştü.
Söz konusu başkaldırı söylemi, geleneksel medyada gömülü gazetecilik usulleri, yeni medyada ise gerilla iletişim yöntemleri kullanılarak üretildi. Bu noktadan itibaren AK Parti karşıtlığı, Gülen Hareketi nazarında, kendisini sadece bir siyasal pozisyon olarak değil, aynı zamanda kemikleşmiş bir kimlik olarak var etmeye başladı. AK Parti'nin elindeki iktidarı adaletsiz bir biçimde kullandığı, iktidarın onda değil, "hak"ta olması gerektiği bizzat Gülen tarafından vurgulandı: "Kuvvet hakta olmalı, hak kuvvette değil. Kuvvet hakka tâbi olmalı. Kuvvetin en önemli derinliği, hakkı temsil etmesine bağlıdır" (29 Kasım, Bamteli).
Gülen'in ürettiği söylemsel çerçeve içerisinde hareket eden cemaat elitleri de "batılla savaş doktrini" doğrultusunda ve yukarıdan aşağıya doğru işleyen tek-yönlü bir iletişim akışı içerisinde güdümlü mesajlar ürettiler. Sosyal medyada başlatılan iletişim kampanyasına Hareketin bütün müntesiplerinin katılması teşvik edildi ve "Yalan Rüzgarı", "Sandık Yolsuzluğu Aklamaz", "Gülene İftira Atma", "Asrın Hukuk Skandalı", "Başbakan İftirayı Bırak", "Camiaya İftira Yolsuzluğu Örtmez", "Yolsuzluk Lobisi" gibi başlıklar (hashtagler) altında hükümetin istifa etmesi için net bir siyasal kampanya başlatıldı.
İlginç olan, bu süreçte kullanılan muhalefet stratejisi ve üslubunun AK Partinin ortaya çıktığı ve iktidar olduğu ilk günlerde gün yüzüne çıkan sol Kemalist, ulusalcı muhalefetin strateji ve üslubuyla benzer muhtevaya sahip olmasıdır. Hatırlanacağı üzere 2003-2004 yıllarının ulusalcı figürleri uluslararası medyayı hükümet karşıtı propagandanın aracı haline getirmeye çalışıyor ve yaptıkları İngilizce yayınlarda AK Parti'nin sözde "radikal İslamcı" yönlerini, "despot, Batı karşıtı, İsrail düşmanı Erdoğan" imgesini, "gizli gündem sahibi ve farklı yaşam tarzlarına müdahale etmek için fırsat kollayan hükümet" imajını öne çıkarıyorlardı. Sonra da dönüp o yayınlara atıfla Batı'nın AK Parti'yi gözden çıkardığı tezini ülke içinde işliyorlardı. 10 yıl önce olduğu gibi bugün de bu mekanizma aynen kullanılıyor. Kullananlar farklı olsa da.
Kendisini bugüne kadar "dini hizmet hareketi" olarak yansıtan, yerli ve milli bir hareket olduğunu vurgulamak için Gülen'in "her Erzurumlu biraz milliyetçidir" sözüne atıfta bulunan ve kültürlerarası diyalog ve barış söylemi ile öne çıkan bir hareketin, yukarıda çizilen perspektifle uyumlu bir performans sergilediğine inanmak gerçekten güç. İster imaj, ister gerçek. Bugün Gülen Hareketine intisap edenler ve Hareketle kısa vadeli koalisyonlar kuran politik aktörler dışında, hemen herkes olan biteni böyle okuyor.
Ya da en azından Fethullah Gülen'i ve Gülen Hareketini yanlış tanıdığını düşünüyor.
Bu çekişme ve gerilimin ülkeye maliyeti ortada. Fakat bir varlık olarak Gülen Hareketine verdiği zarar daha da büyük. Bu hareketin önde gelenleri bu durumu nasıl göze aldılar sorusuna bir türlü cevap veremiyorum.
Verebileni de görmedim.
Fakat sonuç ortada. Bir toplumsal hareketin başına gelebilecek en büyük bela, onun esasında bünyesinde "milis güçler barındırdığı" yahut "gizli bir yapılanma" ile işbirliği yaptığı intibaıdır. Bu intiba oluşmuş durumda.
Hatta kamuoyu bunun karinelerinin de gözler önünde olduğuna inanıyor.
Gülen Hareketi giderek radikalleşiyor.
Radikalleşme ise tam anlamıyla bir yalnızlaşma ve meşruiyet kaybını beraberinde getiriyor. Eğer Gülen Hareketi, bir sosyal hareket olduğuna kendi müntesipleri dışındaki toplum kesimlerini ikna etmek istiyorsa bunun yolu, bu imajı yaratan operasyonlarla arasına mesafe koymak, bu iktidar savaşının dışına çıkıp, yeniden sivil topluma dönmek gibi görünüyor.
Bana öyle geliyor ki, önümüzdeki dönemde, bizatihi Gülen hareketinin içinden hareketin sivil yanının zedelendiğini ve yaşanan radikalleşmenin harekete büyük zarar verdiğini düşünenler çıkacak.
Ve Gülen hareketini onların argümanlarıyla yeniden yeniden tartışacağız.
[Sabah Perspektif, 11 Ocak 2014]