EKONOMİ hakkında racon kesecek değilim. Ama bu işin sadece papazla ilgili olmadığını anlayacak kadar siyaset biliyorum. Siyasetle ekonomi hep birbiriyle ilintili olmuştur. Ekonomistler siyasetin ekonomiden doğduğunu düşünür. Siyasetçiler de siyasetin ekonomiyi belirlediğine inanır. Tabii ki ikisi de birbirini etkiliyor. Ancak önemli olan hangisinin daha etkin olduğunu görebilmek. Zaman zaman ekonominin öncelikli belirleyen olduğuna inanabilirim. Mesela Amerika'nın dış politikasında bugünlerde ekonomik kaygıların daha büyük bir rol oynadığı görülüyor. Ekonomik büyümeyi önceleyen Amerika uluslararası sistemin istikrarı ve güvenliğini göz ardı ediyor. Kendini kara geçirmek için aynı anda birçok aktörle ekonomik rekabete girmekten ve onları tehdit etmekten çekinmiyor. Veya 1990larda dünyadan ekonominin daha fazla belirleyici olduğu fikri de kabul edilebilir. O tarihlerde özellikle ulus devletlerin zayıfladığı iddiası bu nedenle ortaya atılıyordu. Bu fikre göre, liberal ve küreselleşen dünyada devletlerin etki alanı daralıyor, uluslararası kurumları daha da önemlisi özel firmaların etkinliği artırıyordu. O tarihlerdedir, Soros gibi isimlerin ortaya çıkması. Para manipülasyonlarıyla ülkeleri dize getirmek, gelmeyeni çökertmek doksanlarda kullanıldı yöntem olarak. Veya o zamanlar uluslararası ekonomi politik çalışanlar genelde dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını siyasetin sadece bir yönetişim meselesine dönüştüğünü gerçek iktidar kullanım alanının çok daraldığını düşünüyorlardı. Devlet ve ilgili siyasi aygıtlar ekonominin kontrolünde ve piyasaların kolay işlemesini sağlayan araçlar olarak görülüyordu. Bu durum yeni bir uluslararası yapı olarak kabul edildi. Halbuki uluslararası yapı yeni bir forma bürünmemiş sadece konjonktürel bir döneme girmişti. Amerika'nın neo-liberal politikalara yüklenmesi ve tüm uluslararası sistemde gücünü hissettirmesi nedeniyle dünya tek bir pazara dönüştürülüyordu. Amerikan hegemonyası altında doğan istikrar ise diğer ülkelerin yeni siyasi arayışlara girmesine değil, sessizce istikrarın kurallarını takip etmesine sebep oluyordu. Fakat 2009 ekonomik krizi ve Irak Savaşı Amerika'nın kanaatinde önemli bir dönüşüme neden oldu. Amerika artık maliyetli savaşlar yapmak istemiyor. Hatta uluslararası sistemi sürdürmekten bile vazgeçiyordu. Bunun vardığı yer izolasyon, korumacılık ve milliyetçilik oldu. 2011 yılından bu yana tüm dünya aynı eğilimi takip etmek zorunda kaldı. Düzenin sahibi düzene sahip çıkmadıkça kimse çıkmaz, çıkamaz. Bugün bu düzeni en fazla sürdürmek isteyenin Çin olması ayrı bir garabet. Telaş içindeler çünkü erken yakalandılar. Tabii bunun tek etkisi Çin'e ve Amerika'ya değil. Tüm dünya hem ekonomik olarak hem de siyasi olarak yeni bir sarsılmayla karşı karşıya. Amerika faizleri yükselterek doları kendine doğru çektikçe tüm dünyada dolar arzı düşüyor. Dolayısıyla dolar tüm dünyada değer kazanıyor. Ancak aynı zamanda siyasi rekabete girdiği ülkelerde bu iş daha da sert yaşanıyor ve yeni örneklerde de yaşanacak. Amerika birçok ülkeyle siyasi krizi zaten bilerek üretiyor. Sadece Türkiye'yle değil tüm ülkelerle üretiyor. Türkiye sıcak olaylara çok yakın olduğundan Türkiye'yle çok erken başladı. Amerika'nın dünya siyasetine dair genel umursamazlığı ve tamahkar tavrı sürdükçe bu krizler devam edecektir. Brunson krizi bunlardan sadece bir örnek. Ne krizin kendisi ne de doların yükselişinin ana sebebi. Krizin örnek olaylarından biri sadece. Papazı yarın versek bile yeni krizlere hazır olmak lazım. Papazı vermediğimizde en azından pazarlık şansımız devam eder.
[Takvim, 12 Ağustos 2018]Mesele Sadece Brunson Davası Değil
Ekonomik büyümeyi önceleyen Amerika uluslararası sistemin istikrarı ve güvenliğini göz ardı ediyor. Kendini kara geçirmek için aynı anda birçok aktörle ekonomik rekabete girmekten ve onları tehdit etmekten çekinmiyor..
Paylaş
Etiketler »
İlgili Yazılar