Küresel salgınla mücadele bütün dünya ülkelerini kırılgan hâle getirdi.
Ekonomik ve askerî açıdan dünyanın en güçlü ülkesi ABD bile bu konumuna dair endişe içerisinde. Post-Korona döneminde “tek süper güç” pozisyonunu kaybederek uyanmak istemiyor. Bu yüzden, bu konudaki en muhtemel rakibi olan Çin’e karşı mücadeleyi sertleştirmiş durumda. Salgın sonrasında Amerika’da Çin’e karşı açılmış milyarlarca dolarlık sayısız tazminat veya ceza davasıyla karşılaşabiliriz.
Dünyanın finans merkezi ve en büyük pazarı olma konumunu kullanan ABD’nin bu tür davalarla çok sayıda ülkenin şirketinin yüklü miktarda parasına el koyduğu ya da ABD’de iş yapmak istiyorlarsa onları bu paraları ödemeye mecbur bıraktığını biliyoruz.
Bu örnekler Çin şirketleri ve Çin devletini endişelendiriyor. Bu yüzden Pekin yönetimi, dünya kamuoyunu salgında kendi sorumluluğu olmadığına ikna etmek için büyük bir PR kampanyası başlatmış durumda.
Ama Çin, kriz döneminde sadece bu tür “savunmacı” kampanyalara imza atmıyor. Aynı zamanda kendisini, uluslararası sistemin yeni lideri olmaya aday güvenilir bir aktör olarak göstermeye çalışan ciddi bir imaj çalışması içerisinde. Uluslararası kurumlara sahip çıkan, zor durumdaki ülkelere yardım eden bir ülke görüntüsü vermeye çalışıyor.
Krizin sağlıktan sonraki ikinci safhası olan ekonomik boyutunda Pekin yönetiminin “yeni Marshall plancısı” olarak öne çıkma ihtimali küresel ekonomik düzendeki taşları gerçekten yerinden oynatacak, dolar ve avronun pozisyonunu zorlayacaktır. Bu yüzden Washington ile Brüksel/Berlin kendilerini savunmada hissediyorlar.
Çin’in krizden en hızlı toparlanan ülke olması, hâlen krizin sağlık ayağını yönetme konusunda çok büyük sorunlar yaşayan ve ekonomik ayağını ise her zaman olduğu gibi dolar basarak yönetmeye çalışan ABD’nin küresel liderliği için kaçınılmaz olanın yaklaştığının işareti.
ABD’nin küresel liderliğinin adım adım sona ermesi doların da rezerv para olma konumunu adım adım kaybetmesi anlamına gelecektir ki, bu sürecin yavaş işlemesi bile dünya ekonomisi için benzeri görülmemiş bir kriz anlamına gelecektir. Zira bu, krizlerden her defasında dolar basarak çıkan ABD’ye o dolarların geri dönmesi anlamına gelecektir. Bu durum Amerikan ekonomisinin krizi, Amerikan ekonomisinin krizi ise dünya ekonomik krizi anlamına gelecektir.
Kriz zamanlarına dair altı çizilmesi gereken bir başka nokta da, uluslararası finans şirketlerinin ve spekülatörlerin bu tür zamanları finansal saldırılar için bir fırsat olarak değerlendirmeleridir. Bu saldırıların hedefi genellikle daha zayıf ekonomik kapasiteye sahip şirketler olurken bazı durumlarda devletlerin de bu tür saldırılara maruz kaldıkları görülür.
1997 Asya Ekonomik Krizi ve 1992’de George Soros’un İngiliz Sterlinini hedef alan spekülasyonları bu saldırılara örnektir.
Bu örnekler, uluslararası fonları yöneten spekülatörlerin sadece kriz zamanlarında bu tür saldırıları yapmadıklarını, bazen kendi girişimleriyle bizzat kriz çıkararak çıkar elde ettiklerini göstermektedir.
Ama kendiliğinden çıkan krizler bu tür aktörler için çok daha uygun şartlar sunar. Bu tür durumlarda yapmaları gereken sadece kendilerine en uygun hedefi seçmektir. Hedef seçiminde bazı durumlarda politik saikler de önemli rol oynar.
Yani böyle durumlarda hedef sadece, saldırıyı gerçekleştiren spekülatörlerin kâr ve çıkarları değildir, aynı zamanda hedef olan ülkenin istikrarsızlığa sürüklenmesi ve bu çerçevede beklenen politik dönüşümlerin gerçekleşmesi de arzu edilir.
Bir taşla iki kuş vurma durumu yani...
[Türkiye, 9 Mayıs 2020]