Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı, daha doğrusu imparatorluk bakiyesi bir devlet olarak doğdu. Bu bakiye ile beraber payımıza düşen çok şey vardı elbet:
Genç Cumhuriyet'te de görev almış ancak imparatorluktaki son yıllarını yenilgilerle, kayıplarla geçirmiş; kalbi kırık ancak Devlet-i Aliyye-i Osmaniye gibi tarihe damga vurmuş bir büyük devlete hizmet etmiş olmanın getirdiği tecrübe ve vizyona sahip bir asker ve sivil bürokratlar sınıfı.
Kapasitesi azalmış ancak merkez-çevre ilişkileri bakımından otonomisi geleneksel olarak yüksek seyreden bir devlet mekanizması.
Elli yıl gibi kısa bir sürede Libya'dan Mısır'a, Kıbrıs'tan Balkan topraklarının neredeyse tümüne, koca bir Arap Yarımadası'na kadar pek çok toprağını yitirmiş küçülmüş bir devlet.
10 milyonu zor aşan bir nüfus, cepheden cepheye koşarken bitap düşmüş gençler, o gençlerin geride bıraktığı yoksul köyler.
Savaşların ve bunların içinde en yıkıcı olanı dünya harbinin yıkıma uğrattığı, verimli Rumeli'nin de kaybından sonra elde kalan son vatan parçası, çorak bozkırlar ve sarp dağlarla dolu bir Anadolu.
Devlete düşen borçlar, tazminatlar, ahaliye düşen yoksulluk.
Derken yeni bir devlet kurulur, kimine göreyse devlet şekil değiştirir, Cumhuriyet rejimi doğar.
Fırsatçı izolasyonculuk
İşte bu ilk dönem Türk dış politikası için fırsatçı izolasyonculuk denilebilir. Uzun harpler sonrasında devlet yorgun, millet yorgun. Bir içe kapanma dönemi. Bir yandan yaralarını sarma bir yandan kendini arama dönemi. Ancak fırsatçı bir izolasyonculuk bu. Musul'da yapamadığını yurtta yaralar biraz sarılıp dünya kabuk değiştirirken Hatay'da, Boğazlar'da yapabilen, fırsatçılık da barındıran bir dönem. Fırsat buldukça da bölgesel ittifaklara, paktlara girilen bir dönem. Sonrası dünya toz bulut, dünyayı kasıp kavuran belanın bize ırak olması dış politikanın tek önceliği. Atatürk sonrası Tek Parti Dönemi dışarı baktığında fırsat değil sadece risk gören, o yüzden fırsatçılığı olmayan yalın bir izolasyonculuk. İtalya On İki Adaları Yunanistan'a devrederken bu konuda diretmemesi de bu sebepten. Risklerden kaçınıldığı ama yeni bir dünya harbiyle bir dünya yıkılıp yeni bir dünya kurulurken fırsatların da kaçırıldığı bir dönem.
Batıcı dönem
Sonrası her ne kadar Menderes'le başlatmaya alışmış olsak da aslında Tek Parti iktidarının son yıllarında başlayıp Menderes'in Demokrat Partisi'yle devam eden uzun bir Batıcı dış politika dönemi. Gerekçeleri var tabii. Bir yandan Amerikan mali desteğini alma hedefi bir yandan Sovyet endişesi, sonuç NATO'ya katılım ve halen devam edip bir türlü nihayete eremeyen AB serüveni. 1970'lerdeki Ecevit-Erbakan koalisyon dönemi gibi kısa süreli parantezler dışında ne değişen iktidarlar ne de biten Soğuk Savaş bu Batıcı dış politikayı değiştirmeye yetebildi. Ta ki AK Parti dönemine kadar.
Peki uluslararası arenada kendi ulusal çıkarlarını savunan ve bunu da bir patronaj zincirinde kendine biçilen payla değil müstakil bir aktör olarak yapan bir ülke olma tasavvuru ne zaman doğdu? Kimileri için kırılma anı ABD'nin 2003 Irak işgalinde yaşadığımız ikili sorunlar hatta skandallar, kimileri için Erdoğan'ın 2009'da Davos'taki "van minüt" çıkışı, kimileri için Suriye Savaşı'nda özellikle PYD konusunda Türkiye'ye verilip tutulmayan sözlerdi. Kimileri içinse 15 Temmuz darbe girişimi milat oldu, 15 Temmuz darbecilerine arka çıkanlar müttefikimiz "Batı" olunca son kalan ve yıllardır cılızlaşan vesayet bağları da kesilip atıldı. Bir ay içinde Fırat Kalkanı Harekatı, Irak ve Suriye'de takip eden harekatlar, Katar ablukasının kırılması, Libya'da darbecileri püskürtme operasyonu ve yapılan anlaşmalar, Somali'den Katar'a açılan askeri üsler, Doğu Akdeniz'de "Mavi Vatan" ile Türkiye'nin haklarını Batı ülkelerine karşı koruma iradesi, Karadeniz'de aranan (ve bulunan) enerji kaynakları, hepsi peş peşe geldi.
Birileri halen IMF'ye dönüşün yolunu yapmaya çalışsın, ne işimiz var Libya'da, Suriye'de, Irak'ta diyedursun Türkiye'nin artık Batıcı bir dış politikası yok. Dış politikada atılacak adımların artık Batı başkentlerinde belirlenmediği, ama Moskova veya Pekin'den de belirlenmeyeceği, buradan yani Ankara'dan belirlendiği bir döneme girdik. Biden'ın Türkiye içindeki unsurlarını kullanarak Erdoğan'ı devirme planları da Trump'ın "Erdoğan'la benden başkası baş edemez" açıklamaları son iki haftada gündeme gelse de bu yeni dönemde beklenen açıklamalar.
Bu yazının başında Türk dış politikasını dönemlendirirken kabaca değinilen Tek Parti Dönemi'nin izolasyonculuğu ile bu dönemin son yıllarında baş gösteren ve sonrasında da uzun süre devam eden Batıcılıktan sonra bir üçüncü dönem AK Parti döneminde yaşanmış oldu. İzolasyoncu dönem bağımsız ancak kapsama alanı dar, etkinliği görece düşük bir dönemdi. Batıcı dış politikanın takip edildiği dönem ise izolasyoncu döneme göre daha az bağımsız ama daha etkin, daha yoğundu. Ancak bu etkinlik sonuç doğurmaya yaklaştığında ya projelerden vazgeçildi ya da Kıbrıs operasyonunda veya en son Arap Baharı sürecinde olduğu gibi Türkiye Batılı müttefiklerince yalnızlaştırılıp terbiye edilmeye çalışıldı.
Etkinlik ve bağımsızlık
Ne var ki önceki her iki dönemde de ülkenin demografik, askeri ve ekonomik güç parametreleri yetersiz, devlet kapasitesi zayıftı. Bağımsız dış politika ile etkin dış politikayı birleştirebilecek yegane unsur ise mevcut güç parametrelerini belirlenen politika amaçları doğrultusunda yönlendirebilecek yetkin bir devlet kapasitesi inşa etmekti. İçinde bulunduğumuz bu üçüncü dönem ise dış politikada etkinlik ile bağımsızlığı beraber sürdüren, bu bağımsız ve etkin dış politikanın ortaya çıkaracağı risklerden kaçınıp doğuracağı fırsatları değerlendirmek için kapasite inşa eden, reel politik ile meşruiyeti, diplomasi ile askeri enstrümanları, yumuşak güç ile katı gücü dengeli sürdüren bir vizyon.
Bu vizyonun sürdürülebilir kılınması ise uluslararası sistemdeki yapısal dönüşümlerin seyrine ve dış politika yapıcıların bağımsızlık ve etkinliği birlikte sürdürebilecek kapasite inşasına devam etmelerine bağlı. Uluslararası sistemi dönüştürmek tek başına Türkiye'nin elinde değil. Ancak bilgi alabilen (istihbarat), bilgi yayabilen (iletişim), üreten (ekonomi), müzakere (diplomasi) ve mücadele (savunma) edebilen, tüm bu kulvarlardaki adımlarını entegre bir şekilde sürdürebilen, sahip olunan gücü sabit görmeyip güç parametrelerini yönlendirebilen ve gücünü artırabilen bir kapasite inşa etmek mümkün. Bu noktada Karadeniz'de bulunan doğal gazın ve ileride bulunacak doğal kaynakların kapasite inşası konusunda çok büyük katkısı olacak. Bu kapasite inşası etkin ve bağımsız bir dış politika vizyonuyla buluştuğunda Türkiye giderek risklerden korkan değil fırsatların peşinden giden, en temelde ise ulusal çıkarlarından taviz vermeyen bir ülke haline gelmekte.
[Sabah, 22 Ağustos 2020]