Başkan Biden’ın siyasi kariyerinin son BM konuşması, Amerikan diplomasisinin belki de en etkisiz dönemine denk geliyor. 7 Ekim’den beri İsrail’in ‘uluslararası toplum’ nezdinde Amerikan diplomatik güvenilirliğini yerle bir etmesini seyreden Biden yönetimi, BM reformu ihtiyacını dillendirse de bunu gerçek bir yeni uluslararası düzen ihtiyacına binaen değil de sistemden şikâyet eden ülkelerin baskısını hafifletmek için kabullenmiş görünüyor. Yıllardır konuşulan BM reformu ihtiyacını dillendirmeye sadece Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında başlayan Biden yönetimi, uluslararası sistemin yapısal reformu adına herhangi bir müzakere süreci başlatmadı. Enerjisini uluslararası sistemin İsrail’e baskı kurmasını engellemeye harcayan Biden, Ukrayna’ya destek, çatışma bölgelerinde insani yardım ihtiyacı, iklim değişikliği ve yapay zekâ gibi bildik temaların ötesine geçmeyecek.
BİDEN DİPLOMASİSİNİN ETKİSİZLİĞİ
Washington uzun yıllar BM zirvesini Amerikan dış politika önceliklerinin Rusya ve Çin gibi büyük güçlerle müzakere ve ortaya çıkan uzlaşmaların diğer ülkelere kabul ettirilmesi için bir platform olarak değerlendirdi. Geçmişte Irak’ın Kuveyt’i işgali, 11 Eylül saldırıları, Libya, İran ve Kuzey Kore’ye yaptırımlar gibi birçok meselede veto gücüne sahip Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelerini ikna etmeyi başaran Amerikan yönetimleri, BM’deki ayrıcalıklı pozisyonlarını görece etkin kullanmayı becermişlerdi. O dönemlerde de İsrail’e uluslararası diplomatik koruma sağlamakta ısrar eden Washington, barış sürecinin Filistin’e barış getireceği vaadiyle uluslararası kamuoyunda bugün olduğu kadar yalnızlaşmaktan kaçınmayı başarmıştı.
Bu hafta ise Biden yönetiminin veto hakkını elinde tutan ülkeleri ikna etmeye çalışacağı kritik bir politika önerisinin olmaması, Amerikan dış politikasının uluslararası arenada ne kadar etkisiz bir yere evirildiğini gösteriyor. Ne Putin ne de Xi’nin katıldığı BM zirvesinde, Amerikan başkanının bu liderlerle ilgili hem açık hem de üstü örtülü şikayetlerini dinleyeceğiz ancak Ukrayna’nın işgalini veya İran’la İsrail arasındaki bölgesel savaşı sona erdirecek somut öneriler müzakere edilmeyecek. BM reformu, yapay zekâ veya iklim değişikliğiyle ilgili ihtiyaç duyulan uluslararası çerçeve anlaşmaları metinleri de yok ortada. Hem mevcut konvansiyonel savaşlar hem de küresel problemlerle ilgili bir dizi suçlama ve temenni, Amerikan diplomasisinin çözüm üretemediğinin bir nevi itirafı olacak.
TRUMP GELİRSE…
Trump’ın tek taraflı diplomatik mirasını tersine çevirme sözüyle iktidara gelen Biden, ‘Amerika geri döndü’ söylemiyle Washington’ın bundan sonra müttefikleriyle birlikte uluslararası kurumları tekrar güçlendireceği sözünü vermişti. Bu sözünü NATO bağlamında kısmen ve yetersiz de olsa yerine getirdiği söylenebilir. Asya-Pasifik’teki müttefikleriyle yaptığı AUKUS gibi anlaşmalarda da sınırlı bir başarı olduğu söylenebilir. Ancak bu her iki cephede de Amerika’nın kalıcı etkisi ve hedefe bağlılığından kimse emin değil. Kasım seçimlerinde Trump’ın tekrar iktidara gelmesi durumunda, Washington birçok konuda ‘sil baştan’ moduna geçebilir. Amerika’nın dünya liderliğini ittifaklar üzerinden sağladığına inanan Biden yönetiminin özellikle İsrail meselesinde liderlik bir yana tamamen yalnızlaşması, muhtemel bir Trump yönetiminde iyice derinleşecektir.
‘Uluslararası kurallara dayalı düzeni’ bu kadar çok dillendiren bir Biden yönetiminin diplomatik kredisinin çoğunu İsrail için harcaması, Amerikan dış politikasının en ironik anlarından birini yaratmış durumda. Uluslararası sistemin reformunu ilkesel düzeyde kabullenmiş görünen bir yönetimin İsrail’i herhangi bir ateşkese ikna etmek şöyle dursun silah ve mühimmat akışıyla fiilen desteklemeye devam etmesi uluslararası arenaya dönüş iddiasını tamamen çürütmüş durumda. Mevcut durum Amerika’nın hem İsrail karşısında acziyeti hem de Gazze ve Lübnan’daki savaş suçlarına ortaklığına işaret ediyor. Bu iki anlatıdan hangisini seçerseniz seçin, Washington’ın dünya sorunlarını çözecek bir uluslararası sistem kurma gücü ve etkisinin kalmadığını gösteriyor.
TÜRKİYE’NİN BM REFORMU ISRARI
Mevcut uluslararası sistemin veto hakkını elinde tutan ayrıcalıklı üyeleri uzun süredir ne savaş durdurmakta ne de küresel sorunlara çözüm bulmakta etkin olamayınca iş başa düşüyor. Türkiye, Brezilya ve Güney Afrika gibi orta güçteki ülkelerin epeydir devam eden hem prensipli hem de ısrarlı reform taleplerinin somut önerilere dönüştüğünü görüyoruz. Pazartesi günü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın hitap ettiği ‘Geleceğin Zirvesi’ etkinliği BM reformuna ilişkin somut önerilerin tartışıldığı en önemli adımlardan biri olarak öne çıkıyor. Bu inisiyatifin veto hakkını daha fazla ülkeye vererek genişletme ve BMGK’da temsil edilmeyen kıtalardan daimî temsilci ülkelerin dahil edilmesi gibi önerileri tartışması umut verici.
Kurulduğundan bugüne başta ABD olmak üzere büyük güçlerin politika önceliklerinin müzakere edildiği ve dünyanın geri kalanına bir şekilde kabul ettirilmeye çalışıldığı BMGK yapısının gerçek bir reforma ihtiyacı olduğu açık. Bu reformun uzun zaman alacağı açık ancak gerçekleşmesi durumunda Amerika’nın İsrail’i diplomatik baskıdan tamamen korumasının mümkün olmadığı bir sistem yaratılabilir. Amerika’nın bu reform gündemine gerçekten bağlı olduğunu söylemek çok zor ve büyük güçler veto güçlerinin azaltılmasını istemeyecektir. Buna rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarla ve tutarlı biçimde bu konuyu gündemde tutması, Türkiye’nin uluslararası sistemin ıslahına belki de en büyük katkılarından birini yapmasına vesile olacak.
Türkiye gibi orta güçler için uluslararası yönetişimin işlevsizliği ve BM gibi kurumların etkisizleşmesi Amerika gibi büyük güçlere oranla çok daha reel bir sorun. Amerikan kamuoyu için Ortadoğu’da olup bitenler nihai anlamda bir ‘dış’ mesele ve halkın günlük hayatına doğrudan etki eden tarafları çok daha az. Amerikan halkının çoğunun küresel liderliğin nimetlerinden yararlanırken bunun bedelini ödemeye niyetli olmaması, uluslararası düzenin reform ihtiyacının aciliyetini önemsizleştiriyor. Türkiye gibi ülkeler için ise bölgede yaşananların bölgede kalmaması gerçeği, diğer ülkelerle müzakere ve çözüm üretmeyi çok daha acil bir ihtiyaca dönüştürüyor. Türkiye’nin BM reformuna ilişkin ısrarlı çabaları da bu ihtiyaçtan doğuyor.
[Yeni Şafak, 25 Eylül 2024]