Fransa’da ‘Sarı Yelekliler’ adı altında örgütlenen göstericiler 17 Kasım’dan itibaren protesto eylemleri düzenliyor. Göstericiler ekseriyetle artan hayat pahalılığı, özellikle yüksek konut kiraları nedeniyle şehrin merkezinden çevreye ve kırsal alana taşınmak zorunda kalan insanlardan oluşuyor. Protestolar ülke geneline yayılmış durumda, başkent Paris ise protestoların yoğunlaştığı ana mekân konumunda. Gösteriler akaryakıt fiyatlarında yüzde 20’ye varan zamlara bir tepki olarak başladı. Ancak vergilerdeki artış ve yükselen hayat pahalılığı gibi çok daha genel ve temel bir sorunun olayları tetiklediğini belirtmek gerekir. Keza 29 Kasım günü yaklaşık 30 bin kişinin katılımıyla belirlenen 42 maddelik talep listesine bakıldığında Sarı Yeleklilerin siyasi programının esas olarak ülkede kötüleşen ekonomik şartları ve adaletsiz bölüşümü hedef aldığı görülmektedir.
Macron’un imtiyazları
Emmanuel Macron iktidarının gösterilere ilk tepkisi göstericilere sert bir şekilde müdahale etmek ve bastırmaya çalışmak oldu. Güvenlik güçlerinin göstericilere şiddet kullanmaktan çekinmediği bu adımın pek bir işe yaramadığı görüldü ve şiddet olayları daha da büyüdü. Yollarda araçların yakılması, şehrin sembolik mekanlarının yakılıp yıkılması ve yağmalama olaylarının gerçekleşmesi gibi can ve mal kaybıyla sonuçlanan ağır şiddet olayları yaşandı. Bunun üzerine Macron geri adım atmak zorunda kaldı ve ülkede ekonomik ve sosyal olağanüstü hâl ilan edeceğini açıkladı. Bu kapsamda ilk olarak akaryakıt ve elektriğe getirilen zamların askıya alındığı ilan edildi. Buna ek olarak geçtiğimiz hafta Pazartesi günü Elysee Sarayı’ndan halka seslenen Macron çok daha genel ekonomik düzenlemelere gidileceğini duyurdu. Bu düzenlemeler arasında şirketlere ek vergi yükü getirmeden asgari ücrete 2019 itibarıyla aylık 100 Euro zam yapılması, fazla mesai ücretlerinden vergi alınmaması, 2 bin Euronun altındaki emeklilik maaşlarından artık kesinti yapılmaması yer aldı. Ayrıca yapabilen işverenlerin çalışanlarına yıl sonunda prim ödemesini rica etti.
Tüm bunlara ek olarak Macron ülkede genel anlamda bir ekonomik adaletsizlik sorununun varlığını kabul ettiğini dile getirdi. Bu meselenin özellikle vergi kaçakçılığı sorununun ortadan kaldırılmasıyla giderilebileceğini söyledi. Öte yandan son dönemde büyük tepki çeken varlık vergisi uygulamasındaki değişikliğin geri çekileceğine dair ise herhangi bir ifade kullanmadı. Hatırlanacağı üzere Macron iktidarı, ISF olarak bilinen varlık vergisi kapsamındaki mülk ve emlak varlıkları vergisinin oranını düşürmüştü. Bu sebeple Macron “Zenginlerin Cumhurbaşkanı” yaftasını yemiş ve ülkenin zengin vatandaşlarının yükünü hafiflettiği yönünde eleştirilere maruz kalmıştı.
Tüm bu veriler ışığında Macron’un çözüm önerilerinin göstericiler tarafından doğal olarak tatmin edici bulunmaması anlaşılabilir bir durumdur. Bu önerilerin büyük sermayeye ve zenginlere dokunmadığı ve faturanın yine halka kesildiğine yönelik haklı bir kanı var. Elbette Macron’un ülkeden sermaye kaçışına yol açmamak için parmak ucunda yürüdüğü gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. Sermayenin yüksek vergilendirme hamlesine karşı yatırımlarını ülke dışına çıkarma tehdidiyle karşılık vermesi kaçınılmazdır. Ancak yine de bazıları tarafından dile getirildiği gibi göstericilerin önüne zenginlerden arta kalan kırıntıların serpiştirildiğine yönelik ağır eleştiriler söz konusu. Tam da bu nedenle gösterilerin sonlandırılmayacağı ve bir süre daha devam ettirileceği dile getiriliyor.
Göstericilerin beklentileri çok açık ancak bunların tamamının gerçekleştirilmesi şimdilik pek mümkün gözükmüyor. Macron iktidarından daha fazla imtiyaz kopararak gösterilerin son bulması seçeneklerin en güçlüsü. Macron’un imtiyazlar için ilk adımı atmış olması göstericiler açısından cesaretlendirici bir durum. Bundan sonraki süreçte göstericilerin, şayet akıllı bir strateji izlemek gibi bir dertleri varsa, Macron iktidarına daha fazla imtiyaz verme konusunda baskı yapıp sınırlarını ölçmeye çalışacaklarını beklemek gerekir.
Bir diğer seçenek ise devrim. Göstericiler köklü değişim taleplerine sahip olsalar da ülkede yapısal bir değişimi, yani Solun arzu ettiği ölçüde bir iktidar değişimini gerçekleştirmeleri olası değil. Solun düşüşteki ortasınıf kitlenin gösterisi olması bakımından Sarı Yeleklilere burun kıvırması boşuna değil. Hatta Solun bir kesiminin sosyalist bir devrimin reel şartlarının olgunlaşması için bu altsınıflaşma trendini sevinçle karşıladığını bile söyleyebiliriz. Elbette kimlik ve azınlık siyasetine hapsolan Avrupa Solundan geriye ekonomi, işçi sınıfı ve sosyalist devrim gibi düşüncelerden ne kaldığı da ayrı bir tartışma konusu.
Aynı şekilde, gösterilerin amacından sapması ya da devlet eliyle saptırılması sonucu herhangi bir kazanım elde edilmeden sürecin son bulması da seçeneklerden bir tanesi. Keza Strazburg’da Çarşamba günü üç kişinin ölümü ve onu aşkın kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırının gösterilere gölge düşürmek için gerçekleştirildiğine yönelik iddialar havada uçuşmakta.
Son olarak, gösterilerin etkisini artırmasıyla Macron’un iktidarını kaybetmesi ve koltuğunu bir başkasına bırakması da ihtimal dahilinde olabilir. Ülkede iktidarı elinde bulunduran üst-sınıfın ve küreselci aktörlerin böylesi bir siyasi makyaj seçeneğini masada tuttuğu hiç şüphesiz. Küreselci Macron yerini bir başka küreselciye bırakabilir. Aynen Almanya’da Angela Merkel’in yaptığı gibi.
Mevcut durumda ihtimal dahilinde olmayan tek seçenek Fransa’da zengin-fakir uçurumunu köklü bir şekilde kapatacak ama rejimi de değiştirmeyecek yapısal bir değişimin yaşanması. Bunun gerçekleşmesi için Fransa’da ekonomik pastanın büyümesi ve alt-toplum kesimlerinin pastadaki payını artırması gerekir. Ancak rakamlara baktığımızda Fransa 2000 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde büyüme ivmesini kaybetmekte. Bunu 1970’de iktidarı bırakan mevcut Beşinci Cumhuriyetin mimarı Charles De Gaul sonrası döneme, yani 1970’lerin başına kadar geriye götürebiliriz. Bir başka açıdan ise ülkeye hâkim olan devletçi-milliyetçi ekonomik modelin yerini 1970’lerin ortalarından itibaren dünyada etkisini artıran neo-liberal ekonomik modele bırakmasını da zikretmek gerekir. 2000 yılında 3,9 oranında büyüyen Fransa ekonomisi 2009 yılında -2,9 büyüme oranıyla dibe vurmuş, son on yıllarda ise 1,5-2 bandında durağan bir seyir izlemektedir.
Avrupa’nın çelişkileri
Fransa ekonomisi durağanlaşır ve daralırken nüfusu ise 2000 yılından günümüze 61 milyondan 67 milyona çıkarak 6 milyonluk bir artış göstermiştir. Bu mütevazi nüfus artışının daha çok orta ve alt sınıfları şişirdiğini söylemeye gerek bile yok. Resmi rakamlara göre Fransa kişi başına düşen milli gelir (yaklaşık 44 bin Dolar) sıralamasında ilk 20 ülke arasında yer alsa da reel olarak gelirin adil bir şekilde dağıtıldığı söylenemez. Artan hayat pahalılığıyla birlikte toplumun çoğunluğunu oluşturan ortasınıfın sürekli olarak küçülmesi ve ortasınıf bireylerin alt-sınıflaşması söz konusudur. Burada özellikle günümüz dünyasında ortasınıf hayat tarzını sürdürmenin eskiye nazaran çok daha masraflı hale geldiğinin altını çizmek gerekir. Sarı Yelekliler gösterilerinin ana dinamiğini de bu durum, yani ortasınıfın daralması ve alt-sınıflaşma sorunu oluşturmaktadır.
Sarı Yeleklileri kapitalizme karşı demokrasinin başkaldırısı olarak değerlendirmek gerekir. Kapitalizm toplumu ekonomik kazancın maksimize edilmesi ilkesine göre dizayn ederken, demokrasi toplumu kazancın eşit bir şekilde bölünmesi ilkesine göre şekillendirir. Kapitalizm bireyler arasında eşitliği fırsat eşitliği ile sınırlandırır ve zengin-fakir ayrışmasına kapı aralarken, demokrasi devlet müdahalesiyle toplumun toplam kazancının eşit ve ihtiyaca göre dağıtılmasını savunarak bireyler arasında mesafenin açılmasını engellemeye çalışır. Görüldüğü gibi Batı toplumlarının iki kurucu kurumu ve ilkesi olan kapitalizm ve demokrasi, toplumu karşıt kutuplara çeker ve birinin ağırlık kazanması dönemsel krizlere yol açar. Nasıl ki 1960’larda devletin aşırı büyümesi bir sorun teşkil etti ve 1970’lerin sonunda kapitalizmin kurallarını kendisine yol gösterici tayin eden Yeni Sağ siyasete ağırlığını koyduysa, bugün de kapitalizmin ve onun bir yönetim tekniği olan neo-liberalizmin aşırılığa kaçmasıyla demokratik ve popülist siyaset etkin hale gelmeye başlamış durumdadır.
Batı toplumlarını bir diğer kurucu ilkesi ise liberalizmdir ve demokrasi ile arasında kapitalizmle ilişkisine benzer çelişkili bir durum söz konusudur. Liberalizm bireyin otonomisini ve farklılığı savunurken, demokrasi kolektif olanı merkeze alarak bireyler arası işbirliğini ve özdeşliği vurgular. Liberalizmin baskın olduğu dönemler özgürlüklerin arttığı ancak bunun yanı sıra aşırı bireyselleşmenin doğurduğu problemlerin de baş gösterdiği dönemlerdir. Demokrasinin ağır bastığı dönemler ise işbirliği ve toplumsal bağların güçlü olduğu ancak öte taraftan farklılıkların bastırıldığı dönemlerdir. 1980’lerden 2010’lu yıllara kadar liberalizm daha baskınken, günümüzde demokrasinin çok daha hâkim konuma geldiğini söylemek mümkündür.
Özetle, Batı’da demokrasi kapitalizm ve liberalizme karşı direnişe geçmiş durumdadır. Demokratik siyasetin en önemli aracı olan popülizm Batı’da siyaseti kasıp kavurmaktadır. Merkez siyasetin yerini sağ ve sol popülist hareketler almaktadır. Her ne kadar her iki popülizm de elitleri ya da küreselcileri hedef tahtasına koysa da aralarında önemli farklılıklar mevcuttur. Sağ popülist hareketler milliyetçilik ve yabancı karşıtlığı üzerinden kendisini tanımlarken, sol popülist hareketler daha çok büyük sermaye, bankalar ve şirketlere yönelttiği eleştiriler üzerinden kendisini tanımlamaktadır. Her ikisi de devleti daha etkin ve müdahaleci olmaya çağırmaktadır. Sağ, devleti milli saflaşmayı sağlamaya ve milli sınırları korumaya çağırırken; Sol, devleti piyasaya müdahil olarak kapitalizmin etkisini kırmaya ve ortasınıfı korumaya davet etmektedir.
Sonuç olarak, Sarı Yelekliler veya Sağ ve Sol popülist hareketlerin Avrupa’da ciddi bir dönüşüm gerçekleştirmesi, yani mevut düzeni değiştirmeleri pek mümkün değildir. İçinden geçilen dönemi sistem içi ve geçici bir kriz olarak değerlendirmek gerekir. Her ne kadar geçerli olsa da bu tespitin en temel zayıf noktası şudur: Avrupa ülkelerinin “toplum sorunu” monarşilerin yıkılmasının akabinde ortaya çıkan yeni siyasi şartların ürettiği siyasi ve ekonomik bir sorundur. Yöneten-yönetilen ayrımına son veren bu adım bireyler arası eşitliği ve özdeşliği en temel ilkelerden biri haline getirmiştir. Ancak siyaset doğası gereği eşitliğe izin vermez, sürekli bir ayrışma ve hiyerarşi yaratır. Bu durumun etkilerini kırmak adına Avrupa devletleri geçmişte pastayı ülke dışından kaynaklarla –özellikle sömürgecilik yoluyla– büyütme yoluna giderek alt sınıfları susturmayı başarmışlardı. Sömürgelerden elde edilen zenginlik Avrupa’da sosyal devleti sübvanse etmişti. Ancak 20. yüzyılda ABD, Rusya ve Çin gibi güç merkezlerinin uluslararası siyasete ağırlığını koymasıyla rekabet arttı ve Avrupa devletlerinin hareket alanı olabildiğince daraldı. Bu durumda içerde toplumu rahatlatacak adımları atmak her geçen gün zorlaştı. Bunun anlamı şu: Yukarıda ortaya konulan, sistemi bir kapitalizm ve liberalizme bir demokrasiye çevirip yeniden üretmek siyaseti uzun süreçte sürdürülebilir olmayacaktır.
Patlama kaçınılmaz
Dolayısıyla, önümüzdeki süreç Avrupa’nın önüne iki seçenek koymaktadır: Ya büyük güç haline gelip tekrardan dış kaynakları içeri akıtacak konuma ulaşmak ya da ekonomik daralmanın oluşturduğu baskı ortamında toplumsal ayaklanmaların tırmanmasıyla çok daha karanlık bir istikrarsızlık sürecine yuvarlanmak. Özetle, uzun süreçte Avrupa ya dışarı ya da içeri patlayacaktır. Avrupa’nın iki merkez ülkesi Almanya ve Fransa’nın ABD’nin “NATO ve güvenlik harcamalarına daha fazla katkı yapın” baskısı sonucu dile getirdikleri “Avrupa ordusu” ve “Avrupa büyük gücü” düşünceleri ilk seçeneğe işaret etmektedir. Sarı Yeleklilerin varlığı ise ikinci seçeneğin yürürlükte olduğunu ortaya koymaktadır.
[Star, 15 Aralık 2018].