Zaman ne kadar da hızla akıp geçiyor. Türkiye’nin makûs darbeler tarihinde ‘postmodern darbe’ olarak farklı yerini alan ve demokratik sistemin yakın dönemde uğradığı en kapsamlı yıkımlardan birini tetikleyen 28 Şubat’ın 19. sene-i devriyesine ulaşmışız bile. Geçen yıl bu zamanlar Lacivert Dergisi için "Bir Ekonomik Darbe Olarak 28 Şubat" başlıklı uzunca bir yazı kaleme alarak genelde başörtüsü yasakları, 8 yıllık zorunlu eğitim ve katsayı sistemi gibi araçlarla mütedeyyin kesimler üzerinde kurulan baskıları çağrıştıran 28 Şubat sürecinin ekonomik boyutuna dikkat çekmeye çalışmıştım. Bu haftanın tarihi anlam ve önemine binaen, yazımda değindiğim bazı konuları tekrar gündeme getirmekte fayda görüyorum.
Zira toplumumuzun demokratik hafızasını diri tutmak ve 2000’li yıllarda siyasi istikrar, demokratik derinleşme ve ekonomik yönetişim anlamında aldığımız mesafeyi takdir edebilmek açısından 28 Şubat gibi travmatik dönemlerle hesaplaşma ivmesini canlı tutmak şart. Çok partili dönemde yaşanan konvansiyonel askerî darbelerden farklı olarak silahlı kuvvetlerin yargı, medya, akademi, finans ve ekonomi dünyası ile iş birliği halinde başlattığı 28 Şubat süreci "demokrasiye balans ayarı vermek" iddiası yanında sosyal ve ekonomik alanlarda girişilen ciddi bir operasyonu da perdeledi. Nitekim 28 Şubat 1997’den 2001 krizine kadar geçen dört yıllık kritik süreç, Cumhuriyet tarihinde tecrübe ettiğimiz en derin finansal ve makroekonomik krizlere şahit oldu.
Dönemin siyasi aktörleri, askeri ve ekonomik vesayeti güçlendirecek birçok politika adımını atarken iç borçlanmaya dayalı kamu finansman sistemiyle büyük sermayeye ciddi miktarda rant aktarımı sağladılar. Laik rejimi koruma iddiaları ile oluşturulan sis perdesi altında bol miktarda banka lisansı tahsis edildi ve siyaset-sermaye ilişkilerinin girdabında finansal denetim ile düzenleme mimarisi çökertildi. Kamu bankalarının büyük sermayeye devredilmesi; bankaların içi boşaltılarak yapılan hortumlamalar; kamu kurumlarına yüksek faizle borç vermek üzere alınan uluslararası borçlar ve denetim mimarisinin zayıflığı, bir krizi tetikledi. 28 Şubat sürecinde içi boşaltılan 20 bankanın yönetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredildi ve bu finansal kaosun hazineye maliyeti 50 milyar doları aştı.
Bu arada askeri ve ekonomik vesayetin bir göstergesi olarak, o dönemde içi boşaltılan bankaların ve zor duruma düşen holdinglerin çoğunun yönetim kurullarında "işleri kolaylaştırmak adına" emekli generaller görev yapmaktaydı. Bu bağlamda 28 Şubat davasında sadece antidemokratik tavırları ile siyasete müdahale etmeye çalışan üst düzey ordu mensuplarının değil; bu tür tavırları "militer kapitalizm" mantığıyla destekleyen sermaye gruplarının da kovuşturulması bir gereklilik.
Son yıllarda demokrasinin kökleşmesi ve Avrupa Birliği standartlarında kurumların oluşturulması; askerî vesayetin geriletilmesi ve ordunun milli savunma ile ilgili asli fonksiyonlarına odaklanması ve büyük sermayenin kamu maliyesi ile finansal denetim mimarisindeki zayıflıklar üzerinden rant devşirmesinin engellenmesi alanlarında büyük mesafe kat edildi. Ancak içinden geçtiğimiz zorlu süreç de düşünüldüğünde, "yeni anayasa" girişimi dâhil kurumsal reform gündemini geriye dönüşü olmayan bir sorumluluk olarak görüp sürekli ileriye taşımanın gerekliliği ortada duruyor. Geçmişimizdeki demokratik ve toplumsal travmaları unutmadan geleceğe umutla bakabilmek için siyasi, ekonomik ve sosyal kurumlarımızı sürekli geliştirmek için çaba sarf etmek zorundayız.
[Bugün, 26 Şubat 2016].