Dünya Ticaret Örgütü’nün Hong Kong toplantısı 18 Aralık’ta tamamlandı. Son çeyrek yüzyılda yapılan toplantıların sadece bir tanesini büyük oranda başarı ile tamamlamış olan DTÖ, Doha turunda yaşanan tıkanmanın ardından Hong Kong’da ciddi bir ilerleme sağlayacağının işaretlerini vermemekteydi. Toplantı öncesinde ilgili akademisyenlerin, konunun uzmanı siyasilerin beklentileri bile bu yöndeydi. 149 ülkeden 6000 civarında yetkilinin katıldığı toplantıdan elde kalan tek ciddi başarı, Seattle ve Cancun benzeri tamamen başarısızlık veya Doha benzeri bir tıkanmanın yaşanmamış olmasıydı. DTÖ Başkanı Lamy, Hong Kong toplantısının ‘siyasi enerji’ yarattığı şeklinde tarif etse de, Doha’da yaşanan tartışma ve karmaşadan ne kadar uzaklaşıldığı belirsizdir.Kısaca özetlemek gerekirse, Hong Kong toplantısının ardından şu kararlar alınmış oldu:
Brezilya ve diğer kalkınmakta olan ülkelerin 2010 ısrarına rağmen AB 2013 senesinden itibaren çiftçilerine ihracat desteklerini kesmeyi kabul etti. Aynı şekilde AB, kalkınmakta olan büyük ülkelerden talep ettiği sanayi ve hizmet ürünlerindeki gümrük duvarlarının indirilmesine dair imtiyazları da alamadı. Amerika da Batı Afrika pamuk üreticilerine 2006 senesinden itibaren Amerikan pamuk üreticilerinin ihracat desteklerini keserek imtiyaz vermeyi kabul etti. Amerika butaviz ile daha hayati sayılan tarım ürünlerindeki imtiyaz ve destek tartışmalarının önünü kapatarak kazançlı çıkmış oldu. Amerika ve diğer zengin ülkeler, en geri kalmış ülkelere gümrüksüz ve kotasız ticaret imkânları sağlanmasını kabul ettiler. Lakin bu adımın içindeki %3’lük ithalatı (Bangladeş’ten yapılacak tekstil ithalatı olduğundan) hariç tuttular. Amerika bu imtiyazların yanında Avrupa’nın tarım ürünlerindeki ithalat gümrük duvarlarını indirmesini sağlayamadı. Hong Kong toplantılarının ardından, kalkınmakta olan ülkeler, özellikle de Brezilya ve Hindistan için mütevazı bir başarı olarak kabul edebileceğimiz kazanım, gelişmiş ve zengin ülkelerin ihracat desteklerini azaltma ve kaldırma kararları oldu. Aynı şekilde bu ülkeler, kazandıkları imtiyazlarla henüz yeni sayılan sanayi ve hizmet sektörlerinin üstündeki korumaları da son haliyle muhafaza ettiler. DTÖ tarım gümrükleri indirme planı içerisindeki bazı ürünler için de imtiyazlar elde ettiklerini hatırlatmakta fayda var. Bu ‘kazanımların’ yanında, AB ülkelerinin tarım ürünlerine uyguladıkları gümrüklerden imtiyaz elde etmeyi başaramadılar. AB tarım ürünlerindeki gümrük duvarlarını, kalkınmakta olan ülkelerin yoğun taleplerine rağmen sadece %46 indirmeyi vadetti. En fakir ülkelere ise gümrüksüz ve kotasız ticaret hakkı verilirken (özellikle ‘kazanırken’ demiyoruz!), gelişmiş ülkelerin ithal edeceği ürünlerin %3’ünü hariç tutma şartını da kabul ettiler. Geri kalmış ülkelerin, DTÖ kararları ile belli kazanımlar elde ettiğine dair resmin içerisinden birçok tekstil mamulü, şeker, deri, pirinç vb. ürünlerin Amerika ve Japonya tarafından çıkarıldığını da belirtmek lazım. Bütün pazarlıkların güç dengeleri üzerinden yapıldığı DTÖ toplantılarında, asıl kararların Washington ve Brüksel’de şekillendiği artık saklanamayacak bir hakikat. Bu meyanda, Şilili bakan Ignacio Walker’ın ‘artık Kuzey korunmacı, Güney serbest-ticaretçi’ demesi manidardır. Küresel eşitsizliğin ancak serbest ticaretin tam anlamıyla (küresel kurumlar gözetiminde) tesis edilmesi ile mümkün olabileceğine dair neoliberal yaklaşıma artık Güneyin pek itimadının kalmadığı bir zaman döneminde, DTÖ’nün acilen bir başarı hikâyesine ihtiyacı olduğu aşikârdır. Aksi takdirde DTÖ kararlarının tıpkı neoliberal serbest ticaret teorisinin her seferinde ‘güzelim teoriyi mahveden gerçekler yüzünden telef olması’ gibi bir kısır döngüye girmesi kaçınılmazdır. Son toplantı da tek ciddi ama sembolik gelişme sayılabilecek, AB tarım ürünleri desteğinin (yıllık 58 milyar avro) 2013’de kaldırılacağı kararı da, önümüzdeki 10 yıl içinde bu tarım desteklerinin kalkınmakta olan ülkelerde yaratacağı yapısal kırılmalar göz önüne alındığında çok ta ciddi bir adım olmadığını görülecektir. Hong Kong’da atılan adımlar yeni adımlar ya da daha verimli adımlar değildir. Bugün küresel anlamda yaşanan adaletsiz ticaret ve eşitsizlik yine bizzat Bretton Woods kurumları altında eriştiğimiz bir tablodur. DTÖ’nün resmi ağızlardan ‘en kotü kararlar bile kararsızlıktan’ daha iyidir yaklaşımı ve Güney’in çogu kez çaresizlikten kabul ettiği kararlar; bugüne kadar küresel ticarete de, eşitsizliğe de neoliberal serbest ticaret yaklaşımının iddia ettiği şekilde pozitif olarak yansımadı. Anrew Rose’un ses getiren (American Economic Review, 2002) makalesinde de ortaya koyduğu üzere; GATT sisteminden bu yana küresel ticaret katlanarak büyüdü, ama bu artış hem DTÖ çatısı altında olan ülkeler hem de olmayanlar için beraberce oldu. O halde mesele Bretton Woods kurumları altında bulunmak veya bulunmamak değildir. Asıl üzerinde durulması gereken, ülkelerin bu kurumlar altında ekonomi-politik olarak rehin alınması için çaba sarfetmek yerine daha adaletli açılımların yapılmasıdır. Bu açılımlar her gündeme geldiğinde Kuzey tarafından ya engellenmekte ya da alınan kararlar bizzat kendileri tarafından (Mesela, Bush yönetiminin çelik ithalatına karşı gümrük duvarını yükseltmesiyle) delinmektedir. DTÖ bu sorunlar karşısında açılımlar getirmek yerine, Hong Kong toplantısında Tango’nun 150. üye ülke olmasının anlamı ve önemi üstünde zaman harcamaktadır. Son toplantıda bir başka olumlu gelişme toplantıda İKO ülkelerinin blok halinde hareket etme kararları oldu. Bu kararın ardından G-33 ülkeleri adına diğer ülkelerle görüşmek üzere Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen de üç kişilik komiteye girdi. Lakin özellikle tekstil ile ilgili sıcak sorunlar konusunda Çin ile bir anlaşmaya varılamadı, tarım ürünlerinde de AB’nin 2013 tarihini vermesine tabi olundu. Toplantının bu tabiatı artık alışılmış bir hal aldı. Tartışmaların teorik altyapısı ise başka bir kangren sorun. Neoliberal serbest ticaret nosyonunun iddialarının aksine, ülkeler arası serbest ticaret de, aynı ülke içi serbest ticarette olduğu gibi her zaman güçlü olandan yanadır. Ortodoks serbest ticaret teorisi üç sacayağı üstüne bina edilmiştir. Birincisi, ticaret açıkları ihracat fiyatlarının ithalat fiyatlarına göre daha fazla düşmesini sağlar, dolayısıyla ticaret azalır. İkincisi, bu türden bir azalma ihraç mamullerin ithal mamullere göre para değerinin artmasına sebep olur, bu ise ticaret dengesini iyileştirir. Bu iyileşmenin oluşması, ihracatın ithalata olan rölatif fiziksel oranının, ihracatın ithalata olan fiyat oranındaki rölatif düşüşten daha fazla artmasını gerektirmektedir. Üçüncüsü, zamanla muameleler arttıkça tüm ticari muhasebe yerine oturur ve böylece serbest ticarete iştirak etmiş olan bütün taraflar kazançlı çıkar ve hiç bir tarafta istihdam kayıpları yaşamamış olur. Bu üçlü sacayağı neoklasik mukayeseli maliyet avantajı teorisinin temelidir. Bu teori ise, uluslararası ticarete yukarıdaki varsayımlarla iştirak eden herkesin kazanacağını iddia eden yaklaşımın temelidir. Herkesin kazanç motivasyonuyla hareket ettiği bir sistemde, günün sonunda herkesin kazanacağını iddia etmek ancak liberal siyaset felsefesinin siyasal dışı argümanlarıyla mümkündür. Öyle ki, elimizdeki uluslararası ticaret (1950’lere kadar ABD ve İtalya’daki sanayi ürünlerindeki gümrükler %40 civarında, Almanya ve Fransa’da %20-30’larda, Çin’de ise 90’larda başlayan atılımı boyunca %30 civarındaydı) verileri, neoliberal yaklaşımın iddialarını desteklememektedir. Tam aksine, elimizdeki iktisadi veriler, ticaret açıklarının ve dengesizliklerinin, ne gelişmiş ülkelerde ne de kalkınmakta olan ülkelerde, ne geçmişte ne de şimdi, ne sabit kur sistemleri altında ne de dalgalı kur sistemleri altında ortadan kalkmadığını göstermektedir. Mesela Amerika nerdeyse otuz yıldır ticaret açığı verirken, Japonya kırk yıldır ticaret fazlası vermektedir. Aynı şekilde, rekabet içinde olan piyasaların tam-istihdamı tesis edeceği de elimizdeki veriler tarafından doğrulanmamaktadır. Geri kalmış ülkelerde 1 milyar civarında insan işsiz durumdadır. Kalkınmış ülkelerde bile işsizlik oranı en büyük sıkıntıların başında gelmektedir. Rekabet tartışmasının temelinde ciddi bir düzey kayması yaşanmaktadır. Mukayeseli avantajı kısaca özetlemek gerekirse: Maliyetlerin ucuz olduğu A bölgesi, maliyetlerin pahalı olduğu B bölgesine göre daha avantajlıdır. İkisi arasında yapılacak bir ticarette, A bölgesi maliyetleri ucuza getirdiği ürünlerde kazançlı çıkarken, B bölgesi zarar görecektir. A bölgesi ticaret fazlası verirken, B bölgesi ticaret açığı verecek ve fonları A bölgesine akacaktır. Neoliberal yaklaşımın okumasına göre, eğer A bölgesi sabit kur sistemine sadık kalırsa, dışardan gelen kapital akışından dolayı genel fiyat seviyesinde artış görülecektir. Bu ise ihracat fiyatlarının artması anlamına gelmektedir. Kurun seviyesini piyasa güçlerine açık bırakıldığı bir durumda ise, yine dışardan gelen kapital akışından dolayı ihracat fiyatları yabancılar için pahalı hale gelecektir. Aynı şekilde, ticaret açığı veren B bölgesi de, bu mekanizmayı tam tersinden yaşayacaktır. Paritelerdeki bu hareketlilikten dolayı ticaret fazlası veren ülkede ihracat fiyatları yabancı ülkelerde artarken, ithalat fiyatları iç piyasada düşecektir. Neoliberal serbest ticaret yaklaşımının sorunlu kısmı ülke içerisindeki rölatif fiyatların yine aynı ülke içerisindeki rölatif maliyetlerle belirlenmediği iddiasıdır. Bu yaklaşıma göre fiyatları belirleyen rölatif maliyetler değil ticaret dengesidir. Oysa, gerçek bir rekabet ortamında fiyatlar daima reel maliyetler tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla, ticaret fazlası olan taraf, ülke içine akacak olan fonların gücüyle faizleri aşağı çekebilecektir. Tam tersi de ticaret açığı veren ülkede gerçekleşecektir. Burada bir ticaret dengesinden ziyade kapital akışı söz konusudur. Ticaret devam ettiği sürece, ticaret açığı veren ülke uluslararası borçlu haline gelecektir. Bu ise ticaret dengesizliklerinin serbest ve sınırsız ticaretle ortadan kalkmadığı anlamına gelmektedir.
Bu teorik değerlendirmelerin, özellikle son yirmi yıl içerisinde, Güney'in nerdeyse hemen her köşesinde birer pratik karşılığı bulunmaktadır. Latin Amerika belki de Ricardo'nun mukayeseli avantaj teorisinin neoliberalizm tarafından yanlış türevi alınarak çıkarılan sonuçları gereği kurulmuş küresel örgütlerin ve onların iddialarının teker teker tecrübe edildiği en güzel örnektir. Hiç bir Latin Amerika ülkesi, kendilerine komşu olan veya sayılabilecek Amerika karşısında, neoliberal teorinin gereği, yaptıkları uluslararası ticarette dengeye ulaşamadıkları gibi, sürekli kaybeden taraf olmuşlardır. Ülkelerine akan kapitalin sosyal ve ekonomik maliyeti altında çok acı çektiler. Sorunların kaynağını fark ettikleri sırada ise, bütün tarifeleri aşağı çektiklerinden ve finans liberalizasyonunu tesis ettiklerinden dolayı, yaşadıkları felakete dur diyebilecek herhangi bir yapısal ve kurumsal güç de bulamadılar. Cari açığının hızla arttığı bir dönemde, Türkiye’nin DTÖ-Hong Kong kararlarına, en azından daha temkinli yaklaşıp, kendi çıkarları doğrultusunda uluslar arası ticaretini katma değer sağlayacak sektörlere yöneltme girişimi olmalıdır. Bu girişimin ilk adımı neoliberal serbest ticaret rüyasından Türkiye için bir kâbusa dönüşmeden uyanmaktır. Öyle ki asıl olan serbest ticaret değil, çıkar ilişkisine dayalı, ülke içinde istihdamı ve katma değeri yok etmeyen bir dış ticaret yol haritasını takip etmektir.