Fetullah Gülen’in ölümü, Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarının birisi olarak tarihe geçecektir. Gülen uzun yıllar ülkenin eğitim sistemindeki zayıflıkları devleti ele geçirmek amacıyla kurduğu örgüt yapısının güçlenmesi için stratejik avantaja dönüştürmeyi başarmıştı. Dershaneleri sayesinde ülkenin ilk ve orta öğretimde büyük kaynak harcadığı öğrencileri üniversite sınavında başarı vadederek halkalarına katan bu hareket, bütün enerjisini devletin kritik kurumlarına sızmak için harcadı. Halkın karşısına çıkarak meşru siyaset yapmaktansa perde arkasında ve bürokrasi üzerinden güç temerküzü sağlamaya çalışan bu örgüt, devlet içinde bir iç savaşı tetiklemeye çalışarak Türk siyasi tarihinin en büyük meydan okumalarından birini ortaya çıkarmıştı. 15 Temmuz darbe girişimiyle ülke demokrasisine ihanet içinde olduğu apaçık meydana çıkan FETÖ’nün liderinin hayatının Pennsylvania’da son bulması, örgütün kendini Türkiye’ye ne kadar yabancılaştırdığının da ironik bir göstergesi oldu.
Siyasi Etki Ağı Geliştirme Stratejisi
Gülen ‘hareketinin’ ülkede darbeye kalkışan bir terör örgütüne dönüşme hikayesi, Türk siyasi tarihi açısından daha fazla çalışılması ve tartışılması gereken bir konu olmakla birlikte Türk dış politikası açısından da önemli dersler içeriyor. Özellikle Türkiye’yle Amerika arasında kendini kilit oyuncu olarak konumlandırmayı kısmen de olsa başaran bu örgütün liderinin ölümü, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği açısından da önem taşıyor. İki ülke arasındaki ilişkilerde Amerikan Kongresi öteden beri daha zorlaştırıcı bir rol oynadığı için, Ankara Washington’daki etkisini öteden beri NATO üyeliği ve savunma endüstrisiyle ilişkileri üzerinden güçlü tutmuştu. 28 Şubat döneminde ise İsrail’le yakınlaşan ilişkiler, İsrail lobisini Türkiye’nin de savunucusu haline getirdi. Türkiye’den 1999’da ABD’ye gelen Gülen de taraftarlarını ülkenin doğal lobicisi olarak pazarlayarak hem Washington’da hem de Ankara’da siyasi etki sağlamayı başardı.
Türkiye’nin Washington’daki fahri lobicisi gibi hareket eden Gülenciler, Amerikan taşrasında örgütlenerek Kongre üyelerine siyasi kariyerlerinin daha başında ulaşmaya çalıştılar. Yerelde hem sözleşmeli (charter) okullar hem de siyasi kampanyalar üzerinden siyasetçiler arasındaki etki ağlarını derinleştirerek Amerikan siyasetinde nüfuz sağladılar. Bu nüfuzu bir süre Türkiye lehine kullanıyor görünseler de aslında kendi örgütlerinin güç ve etki devşirmesi için en etkili silah haline getirdiler. ABD’li siyasetçileri, gazetecileri ve düşünce kuruluşu mensuplarını Türkiye’ye götürdüklerinde kendi şirket ve kurumlarının dışındaki kurumlara götürmemeleri bunu gösteriyordu. Türkiye’den ABD’ye gelen siyasetçiler, bilim ve iş insanları için de kendilerini tek adres haline getirmeye çalışarak iki yönlü birbirini besleyen bir etki ağı kurmaya çalıştılar.
Ülke Çıkarı mı Örgüt Çıkarı mı?
2000’lerde Gülen hareketinin artık Türkiye merkezli uluslararası bir örgüt olmaktan ziyade Türkiye’de şubesi olan bir uluslararası örgüte dönüştüğüne şahit olduk. Bunun en net örneği de Gülen’in Mavi Marmara krizi sonrasında Gazze’ye yardımı organize edenlerin ‘otoriteye uymaları gerekirdi’ şeklindeki sözleri olmuştu. Gülen İsrail’in operasyonunu savunarak artık Türkiye merkezli bir hareket olmaktan çok, ülke içindeki çıkarlarının uluslararası çıkarlarıyla çatıştığı bir örgüt haline geldiğini ve ona göre hareket ettiğini ilan etmiş oluyordu. 2010’larda ülke içindeki istihbarat faaliyetlerinin ortaya çıkarılmasıyla artık uluslararası düzlemde kime ve neye ‘hizmet’ ettiği iyice anlaşılmaz hale gelen bir paralel yapılanma olduğu anlaşılmıştı.
Arap baharıyla birlikte Türkiye’nin bölgede daha aktif bir rol oynamasından rahatsız olan örgüt mensupları, Obama yönetiminin Türkiye’yi ‘model ortak’ ilan etmesi sonrasında oluşan olumlu dinamiği kendi lehlerine kullanmaktan çekinmediler. Gezi olayları ve Suriye politikası üzerinden Washington’la Ankara arasında ayrışmalar başlayınca da hükümete muhalefet etmek ve Erdoğan’ı hedef almak üzere harekete geçtiler. Birkaç yıl boyunca devletin derin bir iç güvenlik krizi içine girmesine yol açan krizlere imza atan örgüt, Türk-Amerikan ilişkilerindeki fahri lobicilik rolünden feragat etmekle kalmayıp Türkiye aleyhine lobi yapan bir konuma hızlıca evirilmişti. Ülke içinde yarattıkları milli güvenlik krizini Amerikan Kongre üyelerine “Erdoğan otoriterliği” olarak lanse etmekte nispeten başarılı olan örgüt üyeleri Amerikan siyasetçilerine Türkiye aleyhine açıklamalara imza attırarak iki ülke arasındaki ilişkilerde kriz havasına yoğun katkıda bulundular.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ABD’den Gülen’in iadesi talebine anlamlı bir karşılık gelmemesi, iki NATO müttefiki ülke arasındaki güvensizliği iyice derinleştiren bir etki yarattı. Dönemin başkanı Trump’ın Türkiye’nin tezlerine yakın konuşmalarına rağmen kendi bürokrasisine söz geçirmekte zorlanması iade meselesinin Adalet Bakanlığı tarafından yeterince ciddiye alınmasını engelledi. Türkiye’nin hem ülke içindeki FETÖ’yle mücadele süreci hem de Suriye’deki başarılı askeri operasyonları, Amerika’yla ilişkilerde Gülencilerin etkisini iyice zayıflattı. Trump’a güvenmeyen Kongre üyeleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’ı Suriye’den çıkmaya ikna etmeye çalıştığını düşünerek yoğun bir medya kampanyası başlattılar. CENTCOM’un da muhalefeti yüzünden Suriye’den çıkamayan Trump döneminde Türkiye aleyhine yürütülen kampanyada FETÖ üyelerinin çabaları da gözden kaçmıyordu. Ancak Türkiye’deki gücünü yitiren örgütün haliyle Amerika’daki etkisi de azaldı ve örgüt içindeki görüş ayrılıkları da zaman zaman dışa yansıdı. Buna rağmen Amerikan siyasetçileri üzerindeki etkilerini devam ettirmekle birlikte bunu Türkiye aleyhine kritik bir silah haline getirme yeteneklerinin kalmadığını da not etmek gerekiyor.
Türk-Amerikan ilişkilerinde uzun süre karşılıklı güvensizliği derinleştirici etki yapan FETÖ meselesinin, örgütün liderinin ölümü sonrasında bittiğini düşünmek doğru olmaz. Örgütün yeni lideri ve mensuplarının izleyeceği stratejiye bağlı olarak Amerika’da görece marjinal de olsa muhalif bir diaspora grubu olarak devam etmeleri kuvvetle muhtemel. Türkiye merkezli bir hareket olma arayışından uzak duran Gülen’in elindeki örgüt gücünü uluslararası çıkarları için kullanma geleneğinin devam etmesi şaşırtıcı olmayacak. Türk siyasetindeki bütün grupların nefretine nail olmayı başaran bu örgütün ülkeye yaşattığı insan kaynağı kaybı ve milli güvenlik krizlerini unutturması mümkün değil. Türkiye’yle ünsiyetini yitiren örgütün önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinde stratejik etki yapmaları mümkün görünmüyor ancak Türkiye’yle ilgili negatif algıları yaygınlaştırabilecek bir insan gücüne sahip oldukları da gözden kaçmıyor.