ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden kanlı bir darbe girişimi atlatan müttefiki Türkiye’yi ancak yaklaşık 40 gün sonra ziyaret edebildi. Bu, uluslararası siyasette pek de alışıldık bir durum değildir. Hatırlanacağı üzere 11 Eylül saldırılarına maruz kalan ABD’ye ve daha sonra benzer terörist saldırılara maruz kalan Fransa, İngiltere ve İspanya gibi Batılı ülkelere uluslararası toplum anında ve hep birden “yanındayız” mesajı vermişti. Darbe girişimi sıcaklığını korurken ABD’li ve AB’li yetkililerin açıklamalarının içeriği ve tonu da bu alışılmadık durumu teyit eder cinstendi. FETÖ’nün darbe girişimini kayıtsız şartsız kınamak ve demokrasiye sahip çıkmak yerine, OHAL kapsamında terör örgütü mensuplarına yönelik operasyonlara odaklanan sağduyu ve hukukun üstünlüğü ilkesinin korunması çağrıları geliyordu.
Türk devleti yetkilileri ve toplum bu yalnızlığa ve çifte standarda bir anlam verememişti. Evet çok da beklenmedik bir durum değildi belki, ancak bu sefer kantarın topuzu kaçmıştı. Bu durum Batı tarafından da anlaşılmış olacak ki Mr. Biden Ankara ziyaretinde, samimi olmayan özür dileyici bir tavır takınmak zorunda kaldı. Kısa çubuğu çekmiş devlet yetkilisi olarak Mr. Biden, nezaketsiz davranışları için ne kadar pişman olduklarını belirten açıklamalar yaptı. Ancak diğer yandan da, koloni valisi edasıyla bildik üstenci tavrı sürdürmekteydi. Örneğin, ikili görüşmelerin ana maddesi olan FETÖ lideri Fethullah Gülen’in iadesine yönelik taleplere karşı, ABD’nin bir hukuk devleti olduğunu ve hukukun üstünlüğü ilkesine göre hareket ettiğini söyleyerek işi yokuşa sürdü. Daha da ötesi bu, iade talebinde bulunan Türkiye’den kendilerinin ne denli farklı olduğunu gösteren, Batı ile Doğu arasındaki sembolik ayrımı yeniden üretme işlevi gören bir eyleme dönüştü: Hukukun üstünlüğüne göre hareket eden “gelişmiş demokrasiler” ve kaba gücün siyaseti belirlediği “yeterince gelişmemiş demokrasiler.”
Peki artık nerdeyse her olayda karşılaştığımız ve kanıksadığımız bu çifte standardı bir istisna ve ahlaki sorun olarak mı ele almalıyız? Kesinlikle hayır. Şunu çok iyi anlamamız gerekiyor: Bu bir istisna hali ve ahlaki sorun olmaktan ziyade normalin bizzat kendisi ve pür siyasi bir durum olarak karşımızda durmakta. Buna kendimizi ikna etmemiz elbette kolay değil. Keza modern uluslararası topluma dahil olduğumuz 1923’ten beri, ki bunun emaresi bağımsız ve otonom bir ulus-devlete ve Batılı bir kimliğe sahip olmaktı, uluslararası siyasetin egemen eşit devletler arasında gerçekleşen bir vaka olduğuna inanmaktayız. Nasıl ki liberal modernlik, soyluların iktidarına son verip toplum düzeyinde insanlar arasında hukuki anlamda eşit bir düzen getirdiyse, uluslararası alanda da buna karşılık gelecek şekilde devletler arasında hukuki eşitliğe dayanan bir düzen ihdas etmişti. Güç açısından insanlar ve devletler birbirinden çok fazla ayrışsalar bile, hukuken eşit muamele görmek düzenin en önemli niteliği şeklindeydi. Cumhuriyet tarihimiz boyunca kendimizi bu eşitlikçi medeniyetin sıradan bir üyesi olarak görmeye o denli ikna edildik ki, gerçekte olanı ne görebildik ne de gördüğümüzde kabullenebildik. Bizimkisi bir şaşkınlık, kandırılmışlık ve kızgınlık halinin ötesine geçemedi. Tüm yaşananlardan sonra Batı’yı halen eşitlikçi davranmamakla eleştirmek bu gerçeği bir türlü kabul etmeye, elbette anlaşılır sebeplerle, yanaşmamak anlamına geliyor.
Oysa kurulu düzen için güç ve siyaset karşısında ‘hukuki eşitlik’, ne yazık ki, kağıt üzerinde kalan ve hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir ideal oldu. Daha da kötüsü, hukuk da bu eşitsizliği örtecek ya da meşrulaştıracak şekilde yapılandırıldı. Kısaca siyasi gerçekler, hukuki idealleri kendi işine geldiği gibi eğip büktü. Günün sonunda ortaya çıkan manzara, Batı ile Doğu arasında iki ayrı siyasi-hukuki düzenin varlığıydı. Bu, bir yandan evrensel bir düzen ortaya koyduğunu iddia eden ve buna kendisini de inandırmak isteyen, ancak diğer yandan ikili ve hiyerarşik bir düzen yarattığını da gören Batı için kabullenmenin zor olduğu bir durumdu. O sebeple lafa geldiğinde Batılı siyasiler gerçekliği idealde olması gereken ile eşitlerken, eylemlerinde ideale göre değil pür gerçekliğe göre hareket etmektedirler. Bu, Batı’nın zayıf karnını oluşturmaktadır. Mr. Biden’ı kendi normal davranışlarından dolayı mahcup duruma düşüren de kendi idealleri ile gerçek eylemleri arasındaki bu kapanması imkansız uçurumdur.
‘KONTROLLÜ İSTİKRARSIZLIK’
Batı’nın inşa ettiği bu siyasi-hukuk düzen, Batı ve Doğu içerisinde farklı normlar öngördüğü gibi, Batı-Doğu ilişkilerinde farklı normlara yaslanmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Batı içerisinde savaş ve şiddet İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren yasaklandı. Doğu’da ise savaş ve şiddete başvurmak hukuk kapsamında ve normal bir durumdur. Batılı güçler Doğu’da sürekli olarak savaştılar ve savaşı olağan durum haline getirdiler. Ve hangi savaş ve şiddetin meşru hangisinin meşru olmadığına da kendileri karar verdiler. İsrail’in Batı değil de Doğu’da kurulmuş olmasından tutun da, tüm uluslararası eylemleri bu kategoride değerlendirilebilir. Yine, PYD’nin Irak ve Suriye’deki savaşı “özgürlük mücadelesi” olarak tanımlanırken, Suriyeli muhaliflerin savaşı ise “terörist” faaliyet kapsamında değerlendirilmektedir. Özetle şunu söyleyebiliriz: Nasıl ki Weberci bir şekilde tanımlandığında devlet, şiddet kullanma tekeline sahip olan nadide güç ise, Batı da uluslararası siyasette şiddet kullanma tekeline sahip tek güçtür. Dolayısıyla, Batı küresel bir devlet gibi hareket etmektedir, mutlak otoritedir. Bu sebeple, Batı şiddet kullandığında meşru, diğerleri kullandığında gayrı-meşrudur. Batı-dışında kalan devletlerin, ki buna Çin ve Rusya gibi büyük güçler de dahil, modern anlamda eşitliği ve otonomluğu söz konusu değildir.Modern uluslararası ilişkilere zemin teşkil eden bu hukuki ayrışmanın pratik siyasetteki yansımalarına gözlerimizi çevirdiğimizde durum daha da netleşecektir. Modern uluslararası siyaset bize devletlerin birbirlerinin eşit egemen birimler olduklarını kabul ederek, bu hukuki zemin üzerinde güç için rekabete tutuştuklarını söyler. Yani bu egemen-eşitlikçi zeminin korunması herkesin mutlaka uyması gereken kırmızı çizgidir. Buna uymayan kolektif olarak cezalandırılır. Nazi Almanyası’nı bu denli kötü yapan giriştiği katliamlardan ziyade, -benzer ölçekte katliamlar ABD ve İngiltere tarafından da gerçekleştirilmiştir-, bu zemini hiçe saymış olmasıdır. Tüm devletlerin varlığının garantisi olan Avrupa uluslararası hukuku düzenini çiğnemesi Nazilerin affedilmez günahıdır. Gerçekten de, Avrupa özelinde düşünüldüğünde modern siyasetin bu hukuki zemini hep korunmuştur. Modern bir egemenlik tanımına yaslanan düzenden postmodern bir egemenlik tanımına yaslanan bir düzene geçişi imleyen AB projesinde dahi bu zemin dönüştürülerek korunmuştur.
Peki Batı, Doğu ile ilişkilerinde modern siyasetin bu temel kuralına uyuyor mu? Bu soruya evet demek zor. Ortadoğu’ya odaklandığımızda Batı, bölgeye yönelik siyasetini genel hatlarıyla bölgenin enerjisini yapıcı bir şekilde kurumsallaştıracağı bir siyasi-hukuki zeminin kurulmaması üzerine bina etmiş gözüküyor. Bu doğrultuda uygulamaya konulan politika “kontrollü istikrarsızlık” olarak adlandırılabilir.
Kontrollü istikrarsızlık, bölgesel bir gücün hegemonik konuma gelerek ya da bölgedeki devletlerin işbirliği çerçevesinde bir araya gelerek oluşturacakları kurumsal düzenin engellenmesini kapsamaktadır. Bununla gücün tek bir noktada toplanmasının bir şekilde durdurulması amaçlanmaktadır. Bu enerji, bölgesel aktörlerin birbirinin karşısına dikilmesiyle yok edilmektedir. Mısır’ın 1952-1967 yılları arasında ve İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrası hegemonik girişimleri bölgede statükocu güçlerin karşılarına dikilmesi ve desteklenmesiyle boşa çıkarılmıştır. Yine, Arap Baharı sürecinde toplumsal hareketler üzerinden bölgesel kurumsal bir düzen inşası öngören Türkiye’nin kapsamlı dış politikası da aynı şekilde akamete uğratılmıştır. Sonuçta düzen kurucu hiçbir aktörün güç toplamasına müsaade edilmemekte, devletlerin enerjileri birbirleriyle çatıştırılarak, ki bölge aktörlerinin buna eğilimli olmaları da önemli bir etkendir, enerji soğurulmaktadır.
GÜÇ DENGESİNİN DEĞİŞMESİ
Mr. Biden’ın ziyarette ajandasındaki diğer bir konu olan Türkiye’nin Cerablus’a düzenlediği operasyon bu çerçevede değerlendirilebilir. Mikro bir olay olmasına rağmen ABD’nin resmi söylemi iki müttefiki, Türkiye ve PYD, arasında yeniden bir denge kurduğu şeklindeydi. ABD’nin perspektifinden PYD’nin son zamanlarda aşırı güçlenmesine bir dur denilerek hedef yükseltmesinin önüne geçilirken, son birkaç yılda içeride ve dışarıda “burnu sürtülen” Türkiye’nin de gönlü yapılmış oldu. PYD’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesi sağlanarak kontrol dışına çıkması engellendi, Türkiye’nin ise bölgesel siyasetinde hedef küçültmeyi, ki artık bir zorunluluk halini almıştı, benimsemesi sağlanmış oldu. Böylece küçük çaplı da olsa gücün merkezileşmesi ve bir noktada toplanması durduruldu.Batı’nın kontrollü istikrarsızlık siyasetinin iç siyasetteki yansıması da pek farklı değildir. Batı ile Doğu arasındaki siyasi-hukuki düzenin değişmesinin tek yolu güç dengesinin değişmesine bağlıdır. Ancak radikal bir güç değişimi ve güç dengelenmesi uluslararası siyasetin zeminini ciddi anlamda değiştirebilir. O halde, nasıl ki bölgede bir güç merkezileşmesinin önüne geçilmesi temel hedefse, aynı strateji bölge ülkelerinin kendi içlerinde de devam ettirilmektedir. Örneğin Türkiye’yi ele aldığımızda, Batı’nın uzunca bir süre Kemalist rejimi desteklemiş olmasının en önemli sebebinin Türkiye’yi Batı çizgisinde ve zayıf tutmak olduğunu görürüz. Toplumla savaş halindeki Kemalist elitin ülke içerisinde bir eneji patlaması ve birikimi yaratması nerdeyse imkansızdı. Kemalizmi Batı açısından çekici kılan da tam olarak bu yönüydü. Elbette Batı’yla kendisini özdeşleştiren Kemalist elitin bir enerji birikimi elde etse bile, bunu Batı’ya karşı kullanmayacağı da garanti altına alınmış oluyordu.
Kemalizm’in düşüşüyle birlikte strateji aynı kalmakla birlikte taktiksel bir değişim söz konusu oldu. Kemalizm’in topluma diş geçiremediği, artık Batı’nın açıktan otoriter bir rejimi desteklemesinin maliyetli hale geldiği, ekonomik istikrarın yozlaşmış rejim altında sağlanamadığı ve küresel piyasaya zarar verdiği ve daha da ötesi Kemalist yönetim altında toplumun kapitalizme eklemlenmesinin istenilen ölçüde gerçekleştirilemediğinin anlaşıldığı noktada yeni bir düzenin startı verildi. AK Parti’nin Batı açısından misyonu ekonomik istikrarı sağlayan ancak fazla güç biriktirmeyen ve elindeki sınırlı gücü de Batı’ya karşı kullanmayan bir rejimdi. Buna göre, AK Parti’nin toplumu tüketici pasif nihilistlerden müteşekkil apolitik bir kütleye dönüştürmesi bekleniyordu. Lakin AK Parti tam anlamıyla istenilen doğrultuda hareket etmedi. Büyük yatırımlarla fazladan ve hızlı bir şekilde güç biriktirmeye odaklandı. 2023 hedefleri bu noktada not edilmeli. Yeterince güçlendiğinde bu gücü gerektiğinde Batı’ya ya da Batı’nın politikalarına zarar verecek ölçüde kullanmaktan çekinmeyeceğinin sinyallerini verdi. Bu noktada, “one minute” ve “dünya beşten büyüktür” gibi söylemler akıllara getirilmelidir. Yine toplumu siyasi bilinç düzeyi yüksek ve güç mücadelesine hazır aktif bir şekilde tuttu. Seçimlere yüksek katılım ve başarılı performansın yanısıra, Gezi’ye karşı yapılan Kazlıçeşme mitingi ve 15 Temmuz direnişi bunu somutlaştırmaktadır.
ERDOĞAN’I GÖZDEN DÜŞÜRMEK
AK Parti’nin, daha özelde de Erdoğan’ın, Batı tarafından gözden düşmesi bu sebepleydi. Son beş yılda iyice ayyuka çıkan bu durum, Batı’nın yedekte tuttuğu Gülenistleri devreye sokmasıyla sonuçlandı. Gülenistlerden beklenen Kemalizm ile AK Parti siyasetinin bir sentezini sunmasıydı. Ancak darbe gerçekleşmiş olsaydı, Kemalizm’le boy ölçüşemeyecek düzeyde ülkeyi geriye götürecek bir rejimin inşa edilmesine şahitlik edecektik. Öngörülen rejim, toplumun her noktasına sızarak toplumu baskıyla kontrol eden, güç açısından güdük ve Batı çizgisinde bir siyaset izleyen ve kapitalizmle sorunsuz devekuşu gibi bir rejimdi. FETÖ’nün darbe girişimi gerçekleşse dahi böyle bir rejimin uzun süre ayakta kalamayacağı nerdeyse kesindi ve Batı tarafından da muhtemelen tahmin edilmekteydi.Dolayısıyla en son çare olarak, Ortadoğu’da diğer ülkelerde uygulanan “toplumu çölleştirme” siyasetinin devreye sokulması öngörülmekteydi. Bu siyaset, toplumun bir iç savaş sürecine sokularak ekonomik, kültürel ve siyasi tüm birikimlerinin kurutulması ve geriye götürülmesini öngörmektedir. AK Parti’nin “otoriterlik,” “kutuplaşma” ve “İslami faşizm” gibi söylemlerle marjinalleştirilmesi ve Gülenistlerin iktidara hazır edilmesinin yanısıra ülkede son beş yılda sürekli olarak darbe ve iç savaş şartlarının canlı tutulması bu sebepleydi. Bugün halen bu amaçtan vazgeçildiğini söylemek ise zor.
Sonuç olarak, Mr. Biden’ın Ankara ziyaretine ABD’nin, özellikle iç politik alanda, siyasi hedeflerine ulaşamaması ve üstüne üstlük bir de suçüstü yakalanmasının yarattığı öfke ve mahcubiyet damgasını vurdu. Mr. Biden mahcuptu, sürekli özür diledi. Mr. Biden öfkeliydi, Türkiye’nin bir hukuk devlet olmadığını yüksek bir sesle vurgulayarak aşağıladı. Mr. Biden’ın ziyareti, ABD’nin top çevirdiği ve Türkiye’nin ise somut hedeflerine ulaşamadığı -en azından Gülen’in ABD’de gözaltına alınması ya da Türkiye’ye teslim edileceğine yönelik bir taahhüt alınması gibi- ağızlarda nahoş bir tat bırakan bir ziyaret oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, önümüzdeki aylarda BM toplantısı nedeniyle yapacağı ABD ziyaretinde bir kez daha durumu zorlayacaktır. Ancak maalesef bulunduğumuz noktada, gerçekçi bir bakış açısından olumlu bir sonuç alınacağını söylemek pek mümkün değil.
[Star Açık Görüş, 28 Ağustos 2016].