Batılı ülkeler ile Türkiye’nin ya da Avrupalılarla Türklerin en büyük farkı nedir diye bir soru sorulsa acaba cevabınız ne olurdu? Kuşkusuz herkes kendi bakış açısına, bilgi düzeyine ve deneyimlerine göre farklı cevaplar verecektir böyle bir soruya. Kimileri farklı diller konuşulduğunu, farklı ırklara mensup olunduğunu, farklı coğrafyalarda yaşanıldığını ve farklı dinlere inanıldığını söyleyecektir. Bunların hepsinde gerçeklik payı var. Ama bunların da ötesinde günümüzdeki gelişmeleri ve özellikle Avrupa’daki Türkleri ve diğer göçmen toplulukları doğrudan etkileyen bir fark var Türkler ile Avrupalılar arasında. Nedir peki bu fark?
Türkler tarih boyunca farklı milletlerle birlikte yaşama deneyimine sahiptir. Avrupalılar için bunu söylemek bir hayli güçtür. Farklı milletler, gruplar, farklı dil, inanç ve kültür mensupları ile aynı çatı altında yaşamanın Türklere kazandırdığı çok şey olmuştur. Türkler, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken kendilerinden farklı dilleri konuşan, farklı dinlere inanan topluluklarla ilişki kurmuşlar ve aynı toprakları paylaşmışlardır. Yani Türkler “öteki” ve “başka” olanlar ile birlikte yaşamaya alışmıştır. Türklerin bu deneyimi yüzyıllar boyunca zenginleşmiş, Selçuklular döneminde gelişerek Osmanlı döneminde zirveye ulaşmıştır. Tehdit unsuru Türkler binlerce yıldır “öteki” ile yaşamaya alışık bir millet oluşturmuştur. Kendilerinden farklı dilleri konuşan ve farklı dinlere inanan toplulukları bir tehdit veya düşman olarak görmemiştir. Bunun temel nedeni kuşkusuz Türklerin kendi dil, kültür ve inançlarına olan güvenleridir. “Öteki” ile birlikte yaşama deneyimi Türkler arasında hoşgörü kültürünü bir hayli geliştirmiştir. Bunun bir sonucu olarak ne Hıristiyanlar ne de Yahudiler herhangi bir baskıya maruz kalmamıştır. Hiçbir millet farklı etnik mensubiyetlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamış ve zulüm görmemiştir. Türkler “ötekiler” ile dostane ilişkiler yürütmüştür. Hatta Osmanlı sarayının bürokratik katmanlarında çok sayıda Türk olmayan gayr-i Müslim üst makamlarda bulunmuştur. Osmanlı Türkleri içe içe yaşadıkları diğer millet ve inanç mensuplarını aslında “öteki” olarak görmemiş, toplumun doğal bir unsuru olarak kabul etmiştir. İşte bu nedenledir ki Osmanlı topraklarını kimse baskı ve zulüm gördükleri gerekçesi ile terk edip gitmemiştir.
Peki ya Batı, ya Avrupalılar? Onların “ötekiler” ile yaşama tecrübesi var mı? Varsa ne zamandan beri böyle bir tecrübeleri var? Türkler ile karşılaştırıldığında Avrupalıların deneyimi ne ifade eder? Hemen belirtmek gerekir ki Avrupalıların Türkler kadar “öteki” ile yaşama tecrübesi yoktur. Avrupa kendi içinde onlarca yıl süren savaşlar yaşamıştır. Bırakın farklı kıtalardan ve inançlardanlerden olanları, Avrupalılar kendi içindeki farklı grup veya milletleri bile bir arada yaşatma başarısını sürdürememiştir. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu açıdan çok önemlidir. Bu savaşlar Avrupalıların kendi komşularına ve benzer inançları taşımalarına rağmen birbirlerine tahammül edemediklerinin son iki çarpıcı örneğidir. Halbuki Türkler birlikte yaşadıkları Hıristiyan ve Yahudi topluluklara karşı herhangi bir tahammülsüzlük göstermemişlerdir. Ötekine saygı Avrupa “öteki” ile birlikte yaşama deneyimine sahip olmadığı için bugün büyük sorunlar yaşıyor. 1950’lere kadar katı bir homojenlik içinde yaşayan Avrupalılar, göçmen işçilerin gelmesiyle birlikte farklı bir kültür, inanç ve gelenek ile karşı karşıya kaldı. Bu yeni gelenleri hazmedemediği içindir ki bugün Avrupa’da yükselen bir ırkçılık ve ayrımcılık var. Yabancı kökenlilere bir çeşit potansiyel tehdit ve tehlike olarak bakılıyor. Bu insanlar toplumsal hayatın birçok alanında dışlanıyor, kenara ve köşeye itiliyor. Bunun tek nedeni var. O da yabancı kökenli olmaları, farklı dilleri konuşup farklı inançları savunmalarıdır. Avrupa “öteki” ile birlikte yaşamanın yollarını bulma konusunda Türk tecrübesinden çok şey öğrenebilir. Modern dünyanın yüz yüze kaldığı en büyük sorunlardan biri olan çatışma, sürtüşme ve gerginliklerin önlenmesinde Türklerin tarihi deneyim ve birikimlerinin önemli katkıları olacaktır. Özellikle farklı dil, inanç ve kültürlerin çatışma ve sürtüşmeden uzak bir toplumsal gerçeklikte ortak varoluşuna imkan sağlayan tarihsel pratiklerin önemle üzerinde durulması, bunlardan ders çıkarılması ve önümüzdeki yıllar için de barış ve hoşgörü temeline dayalı bir yönetim kültürü ve toplumsal yapı inşası için pozitif birikimlerden yararlanılması gerekmektedir. Bu noktada bize düşen görev Türkiye’nin birikimlerini, deneyimlerini ve başarılarını dış dünyaya ve özellikle de Avrupa’ya anlatmaktır. Türkler, inanç ve kültürel farklılıkları zenginlik olarak kabul etmiş, bu farklılıkları tehdit olarak algılamamış, baskı altına alıp yok etmemiştir. Bütün bunları Avrupalılara hatırlatmak gerekiyor. Şimdi başa dönüp aynı soruyu bir daha soralım: Batılı ülkeler ile Türkiye’nin ya da Avrupalılarla Türklerin en büyük farkı nedir diye bir soru sorulsa acaba cevabınız ne olurdu?