2013’ün yaz aylarından itibaren farklı cephelerden gelen tehditlerle yüzleşmek durumunda kalan Türkiye ekonomisi, tüm olumsuzluklara rağmen büyümesini devam ettirerek ayakta kalmayı başardı. Ancak, 2015 yılının Haziran ayında gerçekleşen seçimlerde AK Parti’nin tek başına iktidara ulaşamaması ekonominin gidişatı ile ilgili soru işaretlerini artırmıştı. Kasım ayında yapılan erken seçimle AK Parti’nin yeniden tek parti olarak iktidara gelmesi sadece ülke içindeki değil, küresel ölçekte de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğine karşı olan çevreleri ciddi biçimde rahatsız etti.
Bu noktadan sonra Türkiye’deki siyasi liderlik aleyhine dikkat çeken bir kampanyanın başladığına şahit olundu. Ülke içinde PKK’nın başlattığı ve Ankara’nın sert biçimde müdahale ettiği çatışma ortamı, sınır ötesinde PYD terör örgütünün Türkiye aleyhine faaliyetleri ile uluslararası bir boyut kazandı. Öte yandan hedefi Erdoğan’ın liderliğindeki politik iradeyi siyaset sahnesinin dışına itmek olan yerel ve küresel aktörler de bu amaç doğrultusunda uluslararası düzeyde Erdoğan’ı ve AK Parti’yi hedef alan olumsuz propaganda faaliyeti yürütmüş ve yerel düzlemde de FETÖ yapılanması ile kurdukları ittifakla bu amaca ulaşmayı planlamıştır.
MISIR DARBESİ
2013 yılında Mısır’da olduğu gibi iç ve dış aktörlerin katılımıyla kurulan bir ittifak, 15 Temmuz 2016’da Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibini siyasi anlamda etkisiz hale getirmeyi amaçlamıştır. Benzer bir durum Mısır’da Abdülfettah El-Sisi liderliğindeki darbe ile yaşanmıştır. Meşru biçimde iktidara gelen ve tamamen barışçıl ve demokratik bir siyaset izleyen Müslüman Kardeşler liderliği darbe ile iktidardan uzaklaştırılmış ve hareket üyeleri ciddi bir baskıya maruz kalmışlardır. Hareketin darbe karşıtı mücadelesi başarısız olmuş ve Mısır’da Mübarek döneminden daha kötü olduğu kabul edilen bir rejim kurulmuştur.
15 Temmuz darbe girişimi de Türkiye’de benzer bir resmin ortaya çıkmasını hedeflemiştir. Ancak darbe planını hayata geçiren aktörler Türkiye halkının büyük çoğunluğunun tepkisi ile karşılaşmış ve bu amaçlarına ulaşamamışlardır. Darbe girişiminin başarısız olmasında en önemli faktörler Erdoğan’ın liderliği ve siyasi görüşlerine bakılmaksızın Türkiye toplumunun demokratik düzenden ayrılmama konusunda gösterdiği kararlı duruştur.
15 Temmuz’daki darbe girişimini izleyen saatlerde Türkiye’de hemen hemen tüm toplumsal kesimlerin katılımıyla başlatılan “direniş” o gece itibariyle sadece askeri darbenin engellenmesi amacıyla gerçekleştirilen bir hamleydi. Ancak ilerleyen günlerde darbe girişiminin detayları, aktörleri ve motivasyonları ortaya çıktıkça 15 Temmuz’un Türkiye tarihi için bir dönüm noktası olduğu görülmüştür. Nitekim darbe girişimi ile Türkiye’nin bir kaos ortamına sokulmak istendiği, ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar içerisine itilerek son 15 yılda elde ettiği tüm kazanımları kaybetmesinin amaçlandığı ortaya çıkmıştır. Darbe girişimi sonrası süreçte ortaya çıkan resim bir başka gerçekliği de ortaya koymaktadır. Bu da Türkiye’deki AK Parti liderliğinin başta ABD olmak üzere özellikle Batılı aktörler nezdinde artık “istenmeyen bir aktör” olduğu gerçeğidir.
Gelinen noktada AK Parti’nin temsil ettiği siyasi hareketi kabullenemeyen bu aktörlerin Türkiye’yi iç savaşa sokmak dahil tüm ihtimalleri değerlendirdiği ve AK Parti iktidarının sonlandırılabilmesine hizmet edecek her türlü adımı atma niyetinde oldukları ortaya çıkmıştır.
Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14 Aralık’ta yaptığı “seferberlik” çağrısı dikkat çeken bir açıklama olarak görülmelidir. Bunun nedeni seferberlik çağrısının içeriği itibariyle düşünülenden çok daha derin bir anlam içermesidir. “Buradan tüm vatandaşlarıma sesleniyorum, Anayasamızın 104. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başı olarak, PKK’sıyla, DEAŞ’ıyla, FETÖ’süyle, DHKP-C’siyle ve tüm diğerleriyle, adı, söylemi, yöntemi ne olursa olsun, tüm terör örgütlerine karşı milli bir seferberlik ilan ediyorum” diyen Erdoğan’ın asıl mesajının bu örgütleri gizli ya da açıktan destekleyen ülke ve gruplara yönelik olduğu aşikardır. Bu açıdan düşünüldüğünde Erdoğan’ın çağrısının bir seferberlik ilanından öte, Türkiye aleyhine faaliyetler yürüten ülke ve örgütlere karşı bir “direnişi” de içerdiği söylenebilir. Siyasi, kültürel ve toplumsal alanlarda gerçekleştirilen müdahalelere karşı son birkaç yıldır ciddi bir direniş gösteren Türkiye’nin gelinen noktada “ekonomik” temelli bir direnişi de hayata geçirme noktasına gelmiştir.
Nitekim özellikle 15 Temmuz sonrası süreç bağlamında değerlendirildiğinde Türkiye’deki siyasi liderliği hedef alan aktörlerin birçok yöntemle gerçekleştiremedikleri amaçlarına ekonomik açıdan ulaşmayı hedefledikleri görülmektedir. Bu çerçevede çok katmanlı bir strateji yürütülmüş önce ülkede şiddet ortamı yaratılarak siyasi istikrarsızlık sağlanmaya çalışılmış ve hem yerel hem de küresel kamuoyunda Türkiye’de kaos ortamının sürekli olacağı algısı canlı tutulmuştur. Öte yandan uluslararası derecelendirme kuruluşları da Türkiye ile ilgili olumsuz yönde kararlar alırken, ekonomik istikrarın en önemli göstergelerinden olan döviz kurunda güçlü kırılmalar gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Tüm bu gelişmeler Türkiye’ye karşı gerçekleşmekte olan ekonomik temelli saldırının önümüzdeki dönemde de devam edeceğinin göstergeleridir.
Bu nedenle Türkiye’nin 2017 yılında bir “direniş ekonomisi” modeli benimsemesi yerinde olacaktır. Hatırlanacağı üzere “direniş ekonomisi” kavramı İran yönetimi tarafından Batı ülkelerinin Tahran’a yönelik yaptırımları karşısında ayakta kalabilmek adına yerel kaynakların daha aktif kullanılmasını içeren biçimde kullanılmıştı. Direniş ekonomisi Türkiye bağlamında İran’dan farklı olarak değerlendirilmelidir. Nitekim Ankara’ya karşı herhangi bir yaptırım uygulanmamış olmakla beraber küresel ekonominin en önemli aktörlerinden olan Türkiye’nin uluslararası sermaye yapısından dışlanması küresel sermaye odakları açısından risk unsurları taşımaktadır. Öte yandan İran’dan farklı olarak Türkiye hali hazırda yapısal anlamda güçlü bir ekonomik modeli hayata geçirmiş ve uyumlu biçimde işleyen farklı sektörler üzerine kurulmuş bir ekonomiye sahip olduğundan hayata geçireceği “direniş ekonomisi” de kendine özgü biçimde olacaktır.
Türkiye’nin “direniş ekonomisi” daha ziyade ülke ekonomisinin iç ve dış etkenlerin olumsuz etkilerine karşı topyekun bir mücadele anlamına gelmektedir. Bu noktada en hayati unsur, küresel sermaye oyuncularının Ankara’yı köşeye sıkıştıracak manevraları, Türkiye’deki siyasi iktidarın mevcudiyetini kabullenemeyen ülkelerin doğrudan Erdoğan liderliğini hedef alan politikaları ve tüm bu aktörlerin içerideki destekçilerinin ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrarı tehdit edebilecek girişimlerine karşı Türkiye’deki yerli ve milli aktörlerin birlikte hareket ederek direniş ekonomisini canlı tutmalarıdır.
DİRENİŞ EKONOMİSİNİN KODLARI
Bu anlamda “direniş ekonomisine” hazırlık mahiyetinde değerlendirilebilecek adımlar hali hazırda atılmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından inşaat sektöründeki birçok oyuncu faiz oranlarında ciddi bir düşüşe giderek hem sektörün canlı kalmasını hem de ekonominin yüzde 8’ine karşılık gelen en az 250 alt sektörü ilgilendiren bir alanda ekonomik faaliyetlerin sekteye uğramamasına önemli biçimde katkıda bulunmuşlardır.
Benzer bir şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inisiyatifiyle hayata geçirilen “dövizini bozdur, TL’ye geç” kampanyası da direniş ekonomisi bağlamında değerlendirilebilir. 15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonraki süreçte başlayan ve son 1 aydır hız kazanan kampanya sayesinde Temmuz başında piyasada 800 milyar TL düzeyinde olan bankalardaki mevduat rakamında 60 milyar TL’lik bir artış yaşanmıştır. 4 ayda Türk Lirası cinsi mevduatta yaşanan bu artışın 29.5 milyar TL’lik kısmı gerçek kişilerin, 27.2 milyar TL’lik kısmı ise ticari müşterilerin hesaplarında gerçekleşmiştir. Bir başka deyişle vatandaş ve piyasa aktörleri Türk lirası cinsinden mevduatı tercih ederek TL’nin döviz karşısında ayakta kalabilmesine destek olmuştur. Bu yönde adımların devam etmesi ve özellikle siyasi iktidar ve ekonomiye yön veren kurum ve aktörler tarafından desteklenmesi direniş ekonomisinin başarısı adına hayati önem taşımaktadır. Bu çerçevede uluslararası düzeyde firmaların Türkiye’deki yatırımlarının artırılması adına gereken her türlü kolaylık gösterilmeli ve özellikle Körfez ülkelerinden yatırım ve sermayenin Türkiye’ye girişi konusunda girişimler hızlandırılmalıdır. Bunun yanında küresel ölçekte iş yapan Türkiye menşeli firmaların dış pazarlarda daha fazla görünür olması ve küresel düzeyde “mega projelerin” ihalelerini alabilmesi için siyasi iradenin tam desteğini hissetmesi gerekmektedir. Ülke içinde ise dev kamu yatırımları devam etmeli ve endüstri, inşaat ve turizm gibi istihdam için önemli sektörlerin canlı kalması sağlanmalıdır. Ekonomik hareketliliğin devam etmesi ve sosyo-ekonomik problemlerin önüne geçilmesi adına Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ) için de siyasal otoritenin her türlü imkan ve desteği sunması direniş ekonomisi bağlamında büyük önem taşımaktadır.
15 Temmuz darbe girişimini izleyen dönemde Türkiye ekonomisi iç ve dış aktörlerin farklı yöntem ve müdahaleleriyle kırılgan bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki çatışma ortamı ve 15 Temmuz öncesinde ve sonrasında yaşanan terör saldırıları ile bir güvensizlik ortamı yaratılmak istenmiştir. Bu girişimlerle bir taraftan iç piyasaların olumsuz biçimde etkilenmesi hedeflenmiş bir taraftan da uluslararası piyasalarda Türkiye ekonomisi hakkında soru işaretlerinin artması amaçlanmıştır. Son olarak 15 Temmuz darbe girişimi ile hem içeride hem de dışarıda ülkede siyasal istikrarsızlığın kalıcı olduğu algısı yaratılmaya çalışılmış ve Türkiye ekonomik olarak belirsizliğin hakim olduğu bir döneme sokulmak istenmiştir. Darbe girişimini izleyen ilk aylarda bu belirsizliğin doğrudan etkileri görülmezken, Kasım ayı ile birlikte özellikle büyüme rakamlarında yaşanan gerileme, ihracattaki düşüş, döviz kurlarındaki sert yükseliş ve TL’nin değer kaybetmesi, Erdoğan liderliğini ekonomiyi kontrol etmede zor bir sürecin beklediğini göstermektedir. Türkiye’nin önümüzdeki dönemde karşılaşılabileceği bu ve benzeri tehditleri aşmasında direniş ekonomisi modelini hayata geçirmesi önemli bir çıkış noktası olarak görülebilir.
[Star Açık Görüş, 15 Ocak 2017].