İddiaların aksine, Türk siyasal yaşamı içerisinde, 12 Eylül bir milat değildir. Bugün içinde yaşadığımız siyasal iklim de 12 Eylül rejiminin vaz ettiği ve öngördüğü bir iklim değildir. Olsa olsa, 27 Mayıs 1960’ta açılan parantez içinde, bürokratik vesayeti tahkim etmek için gelenekselleşen müdahaleler silsilesinde, önemli bir durağı temsil eder, o kadar.
1960’tan 1980’e kadar geçen 20 yıl içinde, Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmelerle aksayan vesayet sistemini tahkim etmek için yapılan güncellemeleri ifade eder ve bu güncellemeler de 17 yıl sonra 28 Şubat 1997’de redd-i mirasçı ve suçlayıcı tonu ağır basan başka bir müdahaleyle, büyük oranda, tashih sürecine tabi tutulmuştur.
12 Eylül’de ne oldu? Bundan tam 28 yıl önce, 12 Eylül 1980’de, ordu ‘kardeş kanına son vermek’ için cari siyasal sisteme müdahale etti. Meclis lağv edildi, bütün siyasal partiler kapatıldı ve liderlerine siyaset yapma yasağı getirildi. Ordu, müdahale etmesini mümkün kılan toplumsal anarşinin müsebbibi olarak 1961 anayasası’nın ‘özgürlükçü’ karakterini sorumlu tuttuğu için de 1982’de yeni bir Anayasayı yürürlüğe koydu. 1980 darbesinin Türk siyasal hayatındaki etkileri, öngördüğü siyasal sistem ve toplumsal yaşam açısından iki farklı ama ilişkili bağlamda değerlendirilebilir. 1982 anayasasıyla yürülüğe konan siyasal sistem, 1961 rejiminin devamı bir nitelik arzederken, öngörülen toplum tasavvuru ise tam tersi bir istikamet izledi.
27 Mayıs darbesi ve 1961 anayasası öngördüğü siyasal sistem ve toplumsal yaşam itibariyle şizofrenik bir karakter arz ediyordu. Bir yandan, öngördüğü siyasal sistem ile bürokrasinin seçilmiş hükümetin faaliyetlerini denetleyen bir misyonla iktidara ortak kılınmasını ifade ediyordu. Öte yandan, ironik bir şekilde, öngördüğü toplumsal yaşam itibariyle ise örgütlenme serbestliği, siyasal katılım, vb. nitelikleriyle sivil toplumu ve siyasal yaşamı destekleyici bir nitelik arzediyordu. İroni, , sivil siyaseti bürokratik siyasete tabi kılmak suretiyle, sıkı sıkıya denetlediği bir siyasal sistem içinde, toplumsal yaşama ve sivil topluma serbestlik tanıyan bir karakter taşımasındaydı. 12 Eylül müdahalesi ve 1982 Anayasası, bu ironiyi ortadan kaldırarak siyasal ve toplumsal hayatı düzleyerek kontrol altına aldı. Böylece, devraldığı 1961 rejiminin toplumsal yaşam sınırlarını siyasal sistemin öngörülerine uydurmakla vesayetçi geleneği nihai hedefine ulaştırmış oldu.
Bürokratik Vesayet ve Otoriter Rejim 12 Eylül müdahalesi, 1961 anayasasıyla sınırları çizilen, devlet-hükümet ayrımına dayanan siyasal denklemin doğasına müdahale etmeden enstrümanlarında, ulusal ve küresel gelişmelere uygun değişikliklere başvurdu. 1961 Anayasası, özerk kurumlar ihdas ederek, sivil ve askeri bürokrasiyi siyasi iktidarın egemenlik tasarrufuna ortak kılmıştı. Bu anlamda, 1982 Anayasası, devlet-toplum ilişkilerinde yeni bir denklemin oluşturulmasından öte, 1961 Anayasası’nın günün koşullarında güncellenmesini amaçlıyordu.
Kurumsal düzeyde, Senato işlevsiz bulunarak kaldırıldı, bağımsız üniversite tehlikeli bulunularak YÖK denetimine alındı, MGK’nın hükümetin kararları üzerindeki etkisi ağırlaştırıldı ve Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arttırıldı. Böylece, Türkiye’nin değişen sosyolojine uygun değişiklikler yapıldı, ancak, rejimin ideolojik sabitelerini ve iktidar denklemini toplumsal yönelimlerin etkilerine kapatmak şeklindeki 1961 Anayasasının siyasal denklemine sadık kalındı. Toplumsal yaşam ve sivil toplum itibariyle ise, 1961 anayasasının büyük kısmı zaten 70’lerde ortadan kaldırılan ‘özgürlükçü’ ruhunu tamamen ortadan kaldırdı. Kardeş kanının akmadığı bir ortamın toplumun de-politizasyonu ile mümkün olabileceği öngörülerek, siyasal katılım ve toplumsal örgütlenmenin önü tamamen kapatıldı. Tehdit ve güvenlik algısı toplumsal olaylara yaklaşımda temel paradigma kabul edilerek asayişe dayalı otoriter bir sistem inşa edildi.
İyi Darbe, Kötü Darbe ve Sol Hurafe Bu bağlamda, 12 Eylül’le ilgili, öngördüğü siyasal sisteme ilişkin, önemli bir sol hurafeyi tashih etmek gerekir. Solun 12 Eylül’le ilgili hurafesi, 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasına ayırım koyarak, öngördükleri siyasal yaşam itibariyle, 1960 müdahalesini alkışlarken 1980 müdahalesini siyasal yaşamımızın bütün kısıtlayıcılıklarından sorumlu tutmasıdır. Oysa, 1961 anayasasının yürürlüğe koyduğu siyaset üzerindeki bürokratik vesayet mekanizmasını sorunsallaştırmadan Türkiye’deki siyasal yaşamın anti-özgürlükçü karakterini sorgulamak bizi ancak sıfır toplamlı bir oyuna götürür. Yukarıda da ifade edildiği gibi, siyasal yaşamı bürokratik denetime tabi tuttuktan sonra toplumsal hayatta siyasal ifade ve örgütlenmelere izin vermek, pratik anlamda illüzyondan başka bir anlam ifade etmez. Müdahale ve vesayetin kendisini sorunsallaştırmadan vaz edilenlere odaklandığımızda, elimizde müdahaleleri değer hiyerarşisine tabi tutmaktan başka bir şey kalmaz. Üstelik aynı bürokratik mekanizmanın ne oldu da 1971 ve 1982’de verilen hakları geri aldığını da anlamlandıramayız. Türkiye’de siyasetin önündeki temel problemin, siyasetin sivilleşmesi ve siyasal katılım önündeki engellerin kaldırılması olduğu düşünülürse her iki siyasal rejimin de vesayetçi-yasakçı hat üzerinde ilerlemeleri dolayısıyla aynı geleneği sürdürdükleri görülebilir.
28 yıl sonra bugün 12 Eylül’den almamız gereken mesaj ne? 12 Eylül müdahalesinden sonra, Devrim Konseyi’nin yönetiminde 3 yıllık bir teknokrat hükümet ve sıkıyönetim dönemi sürdü. 1983’te, yapılan ilk seçimlerde, 1965’te yaşananlar tekrar yaşandı. Darbeye maruz kalan kadroların yasaklı olduğu bir dönemde yapılan seçimlerde, toplum, darbecilerin öngörülerini tersyüz ederek, mağdur bulduğu geleneğin yeni temsilcilerini iktidar kıldı. 1965’in Demirel’i gibi Özal’da 1983’de tek başına iktidar olmayı sağlayacak bir oy aldı.
Her müdahale, 30’larda öngörülen altın nesli yaratmak için siyasal rejimi sekteye uğrattı, ama nihayetinde, bu neslin yaratılmasını imkansızlaştıran bir işlev gördü. Toplumsal dinamizmi dondurmak mümkün olmadı. Her müdahaleden sonraki ilk serbest seçimlerde, toplum yapılan yanlışı tashih ederek, müdhaleye maruz kalan geleneğin, kendini çağın koşullarına adapte etmiş yeni temsilcilerini yeniden iktidara getirdi.
Müdahale, Müdahaleye Karşı Toplumun müdahalelere tepkisinde bir devamlılık sözkonusu iken aynı sürekliliği müdahaleciler için iddia etmek güçtür. Her müdahale, yeni bir müdahaleyi gerektiren mevcut kötü koşulları, daha önceki müdahalenin yanlış teşhis ve uygulamalarında aradı ve farklı bir stratejiyi hayata geçirdi. 1970 müdahalesi, 1960’ı tashih etti, 1980 müdahalesi ise, hem 1960 hem de 1970’i yaşananlardan sorumlu turarak olumsuzladı. Ve en son 28 Şubat Sürecinde, önceki bütün müdahaleler suçlanarak yeni bir strateji yürürlüğe kondu.
Müdahalelerdeki Süreklilik Yukarıda söylenenlerden müdahaleler arasında bir sürekliliğin olmadığı anlaşılmamalı. Bütün müdahaleler aynı vizyonu amaçlamakla bir süreklilik içeriyorlardı. Bu anlamda, bütün müdahaleler, siyasal iktidarı bürokratik vesayet altına alarak ‘halk’ı ‘vatandaş’ kılmayı amaçlıyordu. Toplum, bütün bu müdahalelere direndikçe, müdahaleci seçkinler, siyasal sosyolojiden yoksun bir perspektifle, önceki müdahalelerin hedefini sorunsallaştırmadan enstrümanlarını değiştirmeyi başarı için yeterli saydı. Her yeni müdahale, toplumsal ve siyasal alanı daha da daraltarak, otoriterlik dozunu daha da arttırarak, problem teşkil eden üniter ve laik devlet kavramlarının içeriğini daraltıp kapsamını daha da genişleterek başarılı olmayı umdu. Halbuki, toplum, tam da bu müdahalelerde değişmeyen, sabit kalan vizyona itiraz ettiği için müdahaleler amaçlarına ulaşamıyorlardı.
Bürokratik Elitin Toplumla Kavgası Bugün de Devam Ediyor Bürokrasinin siyaset kurumu üzerindeki tahakküm isteği, deneyimlenen bunca başarısız müdahaleye rağmen bugün de devam ediyor. 12 Eylül’den bu yana, 28 Şubat Süreci başta olmak üzere, siyasal ve toplumsal yaşam, bir çok müdahaleye maruz kaldı, ve toplum da en son örneğini 22 temmuz seçimlerinde gördüğümüz, aynı kararlılıkla bütün bu müdahalelere karşı durmayı sürdürüyor.
Sonuç olarak, 12 Eylül 1980 darbesi, asker ve sivil bürokrasinin süreklileşen müdahale geleneğinde önemli bir evreyi temsil ediyor. Bu darbeyi, sadece darbenin kendisine odaklanarak anlayamayız, ya da bir sol illüzyonla anlayabiliriz ancak. Bu nedenle, 12 Eylül’ü, şimdilik 27 Mayıs’la 28 Şubat arasında okumak gerekir. Aksi takdirde, 12 Eylül’e takılıp kaldığımızda, bugün yaşadığımız bir çok problemi anlamlandıramayız.
Son yıllarda, siyasal ve toplumsal özgürlükler bağlamında, Türkiye’nin siyasal yaşamını meşgul eden, temel problemlerin hangisini, 27 Mayıs ve 28 Şubat parantezinden soyutlayarak sadece 12 Eylül rejimiyle anlamlandırabiliriz? 1 ay önce neticelenen AK Parti’ye yönelik kapatma davası bağlamında Anayasa Mahkemesi ve yargı bürokrasisinin siyasi yaşam üzerindeki tahakkümü; halen dava süreci devam eden ergenekon terör örgütü bağlamında kendilerini devletin asıl sahibi gören ulusalcı-kemalist koalisyonun ordu ve siyaset kurumlarıyla kurdukları ilişkiler; ve daha 1 hafta önce gündemi meşgul eden, komuta kademesi devir-teslim konuşmalarının içeriği ve tonu bağlamında sivil-asker ilişkileri başlıklarının hangisi sadece 12 Eylül’le ilişkilendirilerek anlamlandırılabilir?
12 Eylül, siyasal yaşama ve sivil siyasal iktidara ne ilk müdahaleydi, ne de son müdahale oldu. Cumhuriyet tarihi boyunca geride bıraktığımız 85 yılda, siyasal yaşalama yönelen belli başlı askeri müdahaleleri sıralayabiliyoruz da, bunun haricinde sayamayacağımız kadar fazla bürokratik müdahaleler mevcut. Bu çerçevede, 12 Eylül 1980 darbesi, türk siyasal tarih yazımında olsa olsa süreklileşen müdahale geleneğinde bir konu başlığını ifade edecektir.