11 Eylül Amerikan sosyal ve siyasal dünyasının ‘genesis’inde bulunan yegâne kimliğin bir kez daha takdir edilmesiyle sonuçlanmıştır.
Öncelikli sual şu olmalı: 11 Eylül saldırısı tabiatı itibariyle Amerika’yı “şoke eden” bir saldırımıydı? Çıkan gürültüye ve akabinde yaşanan küresel gelişmelere bakarsak cevabımız bellidir. Lakin Amerikan sosyal muhayyilesi ve siyasal aklı için 11 Eylül’ün şoktan ziyade, “helak olma korkularını teyit eden bir biz demiştik” hali olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. İsterseniz filmi biraz geri saralım, Amerikan ölçeğinde oldukça geriye, dünya ölçeğinde ise “hatıra sınıfına” girecek kadar: 314 yıl geriye, Massachusetts’in Salem şehrine, 1692’ye gidelim.
1692'de Kuzey Amerika'da bir cadı mahkemesi kurulur. 140 kişi cadı olmakla, şeytan olmakla suçlanır.Salem batıdan 1600'larda ilk göç eden Püritanların kurduğu ve geldikleri yıllarda kışın soğuktan binlercesinin öldüğü, ilk Kızılderili katliamlarının yapıldığı bir şehirdir. Mahkemede ormandan, karanlıktan geldiği söylenen ve cadı olmakla suçlananlar arasında 5 yaşında bir çocuk bile vardır. Mahkeme sonunda 19 kişinin asılmasına karar verir. 1692 Salem cadı mahkemesinden 309 yıl sonra Salem'den üç saat uzakta Manhattan'da başka bir cadı mahkemesi kurulur: 19 fundamentalist saldırgan Amerikan korkularını haklı çıkarmıştır. Korku Amerikalının neredeyse her şeyidir. Eğer 1830’da Fransız devleti için Amerikan ceza sistemini incelemek üzere 26 yaşında, kırık İngilizcesiyle dokuz aylık Amerika (New York-Boston hattı demek daha doğru olurdu!) gezisinin ardından 700 sayfayı aşkın “Amerika’da Demokrasi” kitabını yazan Tocqueville kadar aceleci değilseniz, Amerikan sosyal ve siyasal muhayyilesini anlamak için daha derin bir okumaya muhtaç olduğumuzu teslim edersiniz. Amerikan sosyal muhayyilesinin ve siyasal düşüncesinin kendisine özgü bir tabiatı bulunmaktadır. Bu tabiata dair beş ana özelliği şöyle sıralayabiliriz. Birincisi, coğrafi, tarihi ve iktisadi sebeplerin vücuda getirdiği müstesna duruş ve pozisyonunun inşa ettiği siyasal inanç düzlemi. İkincisi, müstesnalığa dair inancın dini düşünce ve siyasetle olan karmaşık sosyal ilişkisinin kurguladığı Amerikan politik teolojisi. Üçüncüsü, Amerikan siyasal ve sosyal muhayyilesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, Avrupa’daki macerasından farklı, siyasi bir damar olan Atlantik cumhuriyetçiliği. Dördüncüsü, Avrupa’nın tecrübe ettiği şekliyle feodalizmi yaşamamış olan Amerika’nın, siyasal arenada muhalefet boşluğunu doldurmak üzere, cumhuriyetçi düşünceden ortaya çıkardığı demokrat kanat ya da liberalizm. Son olarak, Avrupa’nın aristokrat felsefi düşünüşünden bağımsız olarak bir halk felsefesi kurgulamanın sonucu ortaya çıkan Amerikan pragmatizmi. Amerikan siyasal düşüncesini vücuda getiren unsurlar, II. Dünya Savaşı sonrasından başlayıp 1970’lerin başlarına kadar zirvesine tırmandığı hegemonik gücünün her safhasında ciddi rol oynamıştır. Yine aynı şekilde bu unsurların varlığı göz önüne alınmadan, bugünkü Amerikan siyasal sistemini, 11 Eylül’ün Amerika ve belki de dünya için anlamını doğru okumamız mümkün olmayacaktır. Amerika yakın tarihinde Kennedy’nin ölümünden bu yana hissetmediği bir korkuyu 11 Eylül ile birlikte yeniden yaşadı. Bu korkudan kastımız; bir anlığına, bir süreliğine Amerikalının önce içerisine düştüğü, ardından da adeta içine gömüldüğü “korku”nun bizzat kendisidir. Amerikalı zihin, tehditler üzerinden inşa edilmiş bir zihin olduğundan, korkuların bu toplumsal tefekkür içerisindeki yeri zannedilenin çok ötesindedir. Toplam nüfusun yüzde birinin hapishanelerde yaşadığı bir ülkede “korku”ların siyasal ya da kültürel düzeyde okumasını yapmazdan evvel “toplumsal panik”lerin tabiatına göz atmak, asıl resmi çizmek üzere verimli bir yaklaşım olabilir. Roosevelt, 1933’de Amerikalılara “korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir” şeklinde seslenirken zihninde canlanan korkular ile 11 Eylül sonrası Bush’un icat ettiği ve “şeytan” düzlemine çektiği korkular birbirinden bağımsız değillerdir. Aksine Roosevelt’in toplumsal zihni toparlamak namına atıf yaptığı “korkular”, 2001 senesinde Bush’un toplumsal zihni yeniden canlandırmak için atıf yaptığı ya da istismar etmeye çalıştığı “korkular” ile özünde aynıdır.
Amerikan sosyal muhayyilesindeki cari korkular içerisinde en tahrik edici olan ise, şüphesiz, bir exodus ile var olan Amerikalının helâk olma mitidir. Başka bir deyişle; Bush’un 11 Eylül sonrası tüm Amerikan sosyal muhayyilesini hem istismar edip harekete geçirebilecek hem de cari korku mitlerini mezcedip bünyesinde eriten başarılı bir siyasal dile ihtiyacı vardı. İlk adım olarak, Amerikalıların toplumsal irrasyonalitesine hitap eden, Baudrillard’ın “yaşayan tek ilkel toplum...‘âhlakî, sosyal ve ekolojik rasyonalitesini yırtıp atan’ bir sürecin ütopyası” şeklinde tarif ettiği mayayı işleyecek bir dile ihtiyaç vardı. İşte 11 Eylül bu dili kullanmanın bütün imkânlarını Amerika’ya lutfetti. Kızılderililerin bir sabah uyandıklarında Amerika’da keşfettikleri “Amerikalılar”, oldukça sığ bir telmih ile 11 Eylül’ü idrak ettiler. Shklar’ın analizine göre New England’a ayak basan Püritanlar bu yeni topraklarda eski bir soruyu tekrar ederler: “biz kimiz?”. Püritanların bu suale verdikleri cevap çok nettir: ‘İsrail’in halkıyız’.1 Bu muhayyileye göre Amerika’ya varanlar, Mısır’dan Exodus’u gerçekleştirenler gibi Avrupa dan kaçan, Babil’de mahkum olur gibi Atlas okyanusuna bir dönem esir düşen, sonraları Nuh’un gemisi gibi felaha kavuşanlardır. Bugünlerde Amerikan yönetimini anlamak namına masal-efsane karışımı bir dille seslendirilen ve okunan ‘mesiyanik karakterin’ tarihsel ve zihinsel kökleri işte bu ‘kurtulmuşluk illüzyonu’ndan gelmektedir. Bu kilit kavramın Amerikan tekvininde işgal ettiği yeri idrak etmeden 11 Eylül’ü ve sonrasını anlamak tam olarak mümkün olmayacaktır. 11 Eylül’ün Amerikalı zihinde oluşturduğu en hızlı “idrak” ilk kez 1941’de Time dergisinde, Henry Luce tarafından kullanılan ‘Amerikan Yüzyılı’ teşbihi oldu. Bu yüzyıl onlarındı, hatta bir sonraki de. Ne de olsa Sovyetler de ortalıkta gözükmüyordu. O halde 9 yıl geriye gidip ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’sinin planlarına kabaca yeniden bakalım. Altında Elliott Abrams, William J. Bennett , Jeb Bush, Dick Cheney, Eliot A. Cohen, Francis Fukuyama, Donald Kagan, Zalmay Khalilzad, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz gibi isimlerin de imzası olduğu 3 Haziran 1997 tarihli açık mektupta özetle şunlar ifade ediliyordu: I. Küresel sorumluluklarımızı yerine getirmek için askeri harcamalarımızı ciddi oranda artırmamız ve ordumuzu gelecek için modernize etmemiz gerekmektedir. II. Müttefiklerimizle olan bağlarımızı güçlendirmeli, çıkarlarımıza ve değerlerimize düşman rejimlere meydan okumalıyız. III. Dünya’da siyasal ve iktisadi liberalizmi desteklemeliyiz IV. Kendi güvenliğimiz, zenginliğimiz ve ilkelerimizin çıkarına olan uluslararası düzenin yaygınlaşması ve korunmasında Amerikanın eşsiz konumu için mesuliyet almalıyız. 9 yıl önce bu ilk planı yazan, ardından bu planın detaylarını çok açık bir şekilde ortaya koyan (mesela Irak’ın işgal edilmesini 26 Ocak 1998’de Clinton’dan talep eden) ekip, bugüne kadar belki de kendi beklentilerinin ötesinde bir hızla projeyi yürürlüğe soktular. 11 Eylül Amerikan sosyal ve siyasal dünyasının ‘genesis’inde bulunan yegâne kimliğin bir kez daha takdir edilmesiyle sonuçlanmıştır. Takdir edilen, aynı zamanda, Amerika’nın ancak ‘korkuları’nın siyasal hayatın hareket ettirici gücü olarak kalmaya devam ettiği sürece var olabileceğidir. Bu ‘korkuları’ Soğuk Savaş sonrası siyasal bir dile tercüme etme planlarını çok kararlı bir şekilde yapmış olan Amerikan teoconları, ‘Yeni Amerikan Yüzyılı’ projesini bir dönemlik iktidar ile rayına sokamayacaklarını bildiklerinden seçimi kaybetme gibi bir riski saf dışı etmek için ellerinden geleni yaptılar ve 11 Eylül’ün önlerinde açtığı imkânları çok başarılı bir şekilde kullandılar.
İkinci dönemde yeni bir askeri macera ilk anda uzak bir ihtimal olarak görülse de, tıpkı Afganistan ve Irak işgallerinde olduğu gibi süreç çok hızlı bir şekilde makas değiştirme noktasına taşınabilir. Ülke içerisinde bunu engelleyebilecek hiçbir güç yokken, dünya genelinde ise kapitalin haritası boyunca nasiplerine düşeni yeterince aldığını düşünen pazarlık müptelâları bu süreçten pek bir rahatsızlık duymayacaklardır. Bu tablodan geriye kalan tek pürüz, Yeni Amerikan Yüzyılıyla pazarlık etmeyi reddedenlerdir. İşte onlar, farkında olmaksızın, son bir kaç senedir çoktan Amerikan “korkularından” birisi olmuşlardır bile. Bu aşamadan sonra Amerikan Yüzyılına yenilmeleri kabul edilemez.