Bugün, kurumlar arası çatışma, askeri vesayet, juristokrasi, sivil dikta, vb. kavramları yardıma çağırarak tartıştığımız meselelerin tamamı, siyasi iktidarı kimin ne ölçüde kullanacağıyla ilgili bir mücadelenin ürünü. 1960’dan beri, atanmış bürokratik iktidarla seçilmiş siyasi iktidarlar arasında cereyan eden bu mücadele, geçen hafta yargı ve yürütmenin en yetkili ağızlarından açık bir şekilde kamuoyuna da ilan edildi. Yargıtay başkanının “yürütmenin yargıyı kuşatma altına almak istediğine” dair sözleri, başbakan tarafından “yasama ve yürütmenin zaten yargı kuşatması altında olduğu” sözleriyle karşılandı.Bu durum, 1990’lardan beri çıkmaza giren 27 Mayıs siyasal sisteminin bu haliyle sürdürülemediğinin ve bir an önce mevcut toplumsal ve siyasal dinamikleri hesaba katan yeni bir siyasal denklem kurmanın kaçınılmaz olduğunun en açık göstergesi olarak okunabilir.
Kuşatma söylemi Demokratik sistemin en önemli unsurlarından biri olarak görülen erkler ayrılığı, Türk siyasal sistemine, Batı’daki anlamı çerçevesinde siyasal sistemi demokratikleştirmek maksadıyla yerleştirilmedi. Toplumsal eğilimlerin serbest seçimler aracılığıyla iktidar denklemini etkilemesi neticesinde, rejimin sabitelerini muhafaza edebilmek amacıyla siyasal sisteme entegre edildi.
Nitekim siyasal yönetimin aynı ideolojik paradigma ekseninde örgütlendiği ve bürokrasi ile siyasal iktidar arasında bir yarılmanın gerçekleşmediği CHP iktidarı boyunca erkler ayrılığına ihtiyaç duyulmadı. DP iktidarıyla geçen 10 yıldan sonra, halkın eğilimlerinin muhtemel yöneliminden alınan dersle, Cumhuriyetin kurucu değerlerinin toplumsal yönelime karşı sağlama alınması amacıyla siyasal siteme alındı.
DP iktidarına kadar, Türkiye’nin ne bir yargı ne de asker sorunu vardı. CHP, kendi içinden devşirdiği elitlerle, toplumsal yönelime tamamen kapalı bir seçim sistemiyle, parti-devlet özdeşliğiyle ülkeyi yönetiyordu. Böyle bir denklemde, doğal olarak en yüksek meşruiyet ve iktidar merciinin TBMM olmasında sakınca görülmüyordu. Nitekim 1924 Anayasası’nda da, “hakimiyet, kayıtsız şartsız millete ait” olarak vazedilmişti.
Ancak, DP’nin 1950’de iktidara gelmesi ve iktidar döneminde toplumsal eğilimleri dikkate alan politikaları dolayısıyla gerçekleşen üç seçimde de toplumsal desteğini koruması, CHP ürünü ve yandaşı bürokratik kadrolarda ciddi bir endişeye yol açtı. Darbe sonrası siyasal rejimin niteliği konusunda bir öngörüsü olmayan 27 Mayıs kadrolarının imdadına CHP ve akademinin yetişmesiyle, 1961 Anayasası aracılığıyla, yepyeni bir siyasal sistem kuruldu.
‘Yetkili organlar’ görevde Bu siyasal sistem, CHP ve DP iktidar deneyimlerinden alınan dersleri içeren ve esasında her iki iktidar döneminde biriken tecrübeyi hesaba katan orijinal bir formüle dayanıyordu. Ne CHP iktidarının ideolojik kurgusundan ve bürokratik kazanımlarından vazgeçilecek, ne de DP iktidarıyla mümkün olan toplumsal refah ve katılım mekanizmasından vazgeçilecekti. Böylece, DP’nin sisteme kattığı “millet egemenliği”ne, CHP eliyle kurumsallaşan kurucu ideolojinin garantisi olacak “yetkili organlar” eklendi. Bu kurguda, yetkili organlar, toplumsal eğilimlerin siyasal sistemi değiştirme ihtimaline yönelik bir “rejim-sistem bekçiliği” işlevini sağlayacaktı. Bu bekçilik, MGK, AYM, DPT, Senato, vb. kurumlarla asker ve sivil bürokrasiye tevdi edildi. Yasama ve yürütme bu yetkili organlar aracılığıyla, bürokrasinin vesayetine alındı. Dolayısıyla, yasama-yürütme-yargı erkleri arasında güçler ayrılığı ekseninde vaz edilen bağımsızlık mekanizması, esasında, yasama ve yürütmenin bürokrasinin denetimine alınması anlamına geliyordu. Bürokrasi ise, kendi içinde kapalı işleyen personel rejimi ve toplumsal gelişmelere kayıtsız ideolojik kurgusuyla, verdiği kararlarda, sisteme dâhil ediliş misyonuna her zaman sadık kaldı. Merkez sağ ve sol iktidarlar da, siyasal sistemin yürütme ve yasamayı hizmet-icraatla sınırlayan denklemine itiraz etmeden siyasal faaliyetlerini sürdürdüler. Soğuk Savaş koşullarında, merkez-sağ iktidarların bu denkleme razı olmasıyla kurumsallaşan bu siyasal sistem, 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri ve bu müdahaleler ertesinde yürürlüğe sokulan anayasal düzenlemelerle perçinlendi ve 1990’lara kadar işlerliğini sürdürdü. Toplumsal hareket sorunu 1990’ların ortasında, siyasal sistemin işlerliği açısından 1950’lere benzer bir gelişme yaşandı ve siyasal sistem yarım asır sonra tekrar toplumsal eğilimler sorunuyla karşılaştı. Toplumsal eğilimlerin sisteme dahil edilmek zorunda kalındığı 1950’deki ilk deneyimde keşfedilerek işlerlik kazandırılan bürokratik vesayet eksenli formül artık işlemiyordu. 1950’lerde toplumsal eğilimleri savuşturmak için uygun koşullar sağlayan Soğuk Savaş’ın güvenliği önceleyen dinamikleri, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle değişti. Bu siyasal ve toplumsal ortamda, toplumsal hareketler ve kimlik talepleri hızlıca güçlenmeye başladı. 1990’ların sonuna gelindiğinde bu talepler, AB Süreci çerçevesinde uygun bir siyasal kanal da edindiler. Bürokratik iktidar, toplumsal kimliklerin taleplerine kulak tıkayarak, mevcut siyasal denklemi revize etmeye direndikçe, siyasal sistem içindeki çatlamalar daha da büyüdü. Yeni durumla uzlaşmak yerine çatışmayı tercih eden bürokrasiye yardımcı olan siyasal aktörler de meşruiyet kaybına uğradı. Böylece, 1990’lar boyunca, kendi halkına karşı kazanılması imkansız bir savaşı sürdüren bürokrasi, kendisiyle beraber, merkez-sağ aktörleri de gözden düşürdü.
2002’de iktidara gelen AK Parti, AB sürecini hızlandırarak, toplumsal dinamiklerin sisteme yansıtılmasına imkan sağlayan yasal düzenlemeleri gerçekleştirdi. İlk yıllarında AB sürecine yaslanarak, sonraki yıllarda da doğrudan toplumsal taleplere duyarlı davranarak, hizmet-icraat sınırlarının ötesine geçen düzenlemelere yeltenen AK Parti’ye bürokrasi ciddi dirençler gösterdi. Askeri bürokrasinin, AB sürecindeki yasal düzenlemeler ve iç-dış dinamiklerin değişmesiyle, sisteme müdahale etme imkânları daraldıkça, vesayet mekanizmasında ağırlık, sistem üzerindeki denetleyici imkânlarıyla yargı bürokrasisine kaydı.
Siyasal-yüksek yargı Yüksek yargı, 2006’nın sonlarından itibaren, yasama ve yürütme tasarruflarının birçoğunu tartışmalı kararlarla ve bazen de yetki aşımına giderek durdurdu. Yüksek yargı, toplumsal alanda siyasal karşılığı olan ve bürokrasi ile seçilmiş iktidar arasındaki güç mücadelesinde anlamı olan bütün davalarda, hukuki normlardan öte, bu güç mücadelesi perspektifi ile kararlar aldı. 367 meselesinde, başörtüsü ve katsayı düzenlemelerinde, parti kapatmalarında ve askere sivil yargının yolunu açan CMK düzenlemesinde, yargı, bürokrasinin geleneksel iktidarını sürdürmesi (367 ve askeri yargı) ve bu iktidarın ideolojik kurgusuyla öngörülen toplumsal düzenin devam etmesi (başörtüsü, katsayı ve parti kapatmaları) yönünde karar aldı. Bu dönemde, yargı, cari siyasal sistemdeki güç dengesini muhafaza etmeye yönelik hamlelerle yetinmeyerek, gündelik yaşam alanını düzenleyen kararlara da imza attı. Kavşak yapımından köprü zammına, personel rejiminden yolcu taşıma fiyatına kadar birçok konuda devreye girdi ve yürütmeyi kilitleyen hükümler verdi. Bürokratik elitlere taraf Yargı, son dönemlerde, verdiği birçok kararda, eylemin niteliğinden öte öznenin kimliğini dikkate alıyor. Eylemi onu gerçekleştiren (genellikle AK Parti) veya ona karşı çıkan (genellikle CHP) özne dolayımıyla değerlendirmekle, siyasal kararlar alıyor. Siyasal kararlar aldıkça da, hukuki dokunulmazlığını ve meşruiyetini toplum nezdinde yitiriyor.
Çünkü başka bir yazıda da belirttiğimiz üzere (Star-Açık Görüş, 31.08.2008) yargının hukuksal niteliğinin en önemli ölçütü, öznenin konumundan bağımsız olarak eylemin niteliğine yönelik hüküm vermek iken, siyasal faaliyetin en önemli özelliği, eylemleri özneler dolayımıyla değerlendirmesidir. Bu çerçevede, kararlara tartışılmazlık meşruiyetini sağlayan dinamiğini kaybettiği ölçüde yüksek yargı, siyasal eylemin işleyiş mekanizmasına tabi oluyor.
Başka bir deyişle, yaşanan güç mücadelesinde, kendisini siyaseten taraf olarak kurgulayan yüksek yargının, siyasetin tabi olduğu kurallarla karşılık bulması da kaçınılmaz oluyor.
Nitekim meşruiyetini tarafsızlık-bağımsızlık ilkesinden alan yargı mekanizması, onu işletenler eliyle rejimin bürokratik yorumuna bağımlı ve bürokratik elitlere taraf kılındığı ölçüde, erkler ayrılığı siyasal sistemi özgürleştiren bir işlev görmekten öte, kilitleyen bir işlev görüyor. Geldiğimiz an itibariyle, erkler arasında sıfır-toplamlı bir mücadeleye dönüşen mevcut siyasal sistemi değiştirmekten başka çare bulunmuyor. Yeni bir denklem gerek 1960’larda toplumdan gelen sisteme katılma talebini, yeni bir siyasal sistem kurgulayarak karşılayan devlet aklı, bugün bu esnekliği yarım asır sonra yeni bir dalgayla kapıya dayanan toplumsal talepler karşısında gösteremiyor. Sivil toplumun cılız olduğu, soğuk savaş dönemi iç ve dış dinamiklerin güvenliği öncelediği bir dönemde, bürokrasinin vesayetine itiraz edemeyen toplumsal eğilimler ve onların sözcüleri, son çeyrek asırdır her geçen gün artan bir ivmeyle kurulan bu siyasal denkleme itirazlarını dillendiriyorlar.
Bu gün toplumsal hareketler güçlenmiş, iç ve dış dinamikler de bu hareketlerin sisteme katılmasını cesaretlendiren bir havada. Böyle bir ortamda, kurulacak yeni siyasal denklemin erkler ayrılığına son vermesi gerekmiyor elbette. Ancak, yargıyı ve bürokrasiyi kendinden menkul bir sistem bekçiliği misyonundan özgürleştirmesi gerekiyor. Çünkü, ancak bürokratik vesayetten azade kılınmış bir güçler ayrılığı, siyasal sistemin demokratikleşmesi için kendisinden beklenen işlevi görebilir. 1960’taki siyasal denklem, o dönemin iç ve dış siyasal dengelerinin izini taşıyordu. 2010’un Türkiye’sinde, bugün, mevcut siyasal sistemi mümkün kılan iç ve dış koşullar değişmiş, soğuk savaş koşullarıyla kayıtlı ve sınırlı olan uzlaşma formülü iş göremez durumdadır.
Dış dinamiklerin anlam bulduğu paradigmanın ve iç siyasal aktörler arasındaki güç dengesinin değiştiği günümüz Türkiye’sine özgü yeni bir uzlaşma formülüne ihtiyaç var. Bu formül bulunup, günün koşullarına uygun yeni bir siyasal denklem kurulmadıkça, bırakın toplumsal barışın önündeki engelleri kaldırmayı sağlayacak anayasal düzenlemeleri, en ufak bir idari tasarrufu bile gerçekleştirmek kolay olmayacaktır. Bu maliyetin hesabını, gelecek kuşaklara kim verecek? Açık Görüş - 14 Mart 2010