ABD’nin Suriye ve YPG ile ilgili son kararları ve Avrupa’nın referandum sırasında izlediği Türkiye politikası üzerine çok yorumlar yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor.
Bu politikaları iyi anlamak ve onlara karşı doğru reaksiyonu gösterebilmek için arkasında hangi aktörlerin olduğunu ve ne gibi hedeflere sahip olduklarını görmek gerekiyor.
Önce bazı genel tespitler yapalım.
Türkiye, İran, Endonezya ve Brezilya gibi uluslararası siyasette etki kapasitesi sınırlı bölgesel güçlerin dış politikalarının şekillenmesinde bazı dış faktörlerin etkisi çok fazla öne çıkarken, ABD, Rusya ve Çin gibi küresel aktörlerin dış politikalarının belirlenmesinde iç aktörler daha etkindir. Ancak her iki durumda da dış politikaların oluşumunda bir çeşitlilik söz konusudur.
Bu yüzden bir ülkenin dış politikasından söz ederken, o ülkedeki bütün siyasi aktörlerin yekpare bir şekilde arkasında durduğu bir politikadan bahsedilmez. İlgili ülkenin uluslararası sistemdeki konumuna göre, o anda etkili olan iç ya da dış aktörlerin tercihlerinin devlet aygıtı üzerinden dış dünyaya yansıtılmasıdır söz konusu olan.
Bu çerçeveden Batı’nın Türkiye’ye yönelik politikasının nasıl şekillendiğine bakıldığında, çok sayıda lobinin bu politikayı yönlendirmek için birbiriyle yarıştığı görülür. Bu durum ABD’de olduğu gibi, Avrupa için de geçerlidir. ABD’de, bu ülkenin Türkiye politikasının kendi çıkar ve algıları doğrultusunda belirlenmesi için çalışan lobiler olduğu gibi, Avrupa’da da aynı şekilde çaba gösteren etkili lobiler vardır.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve sonrasında Türkiye karşıtı bu lobilerin faaliyetlerinin zirve yaptığı görülüyor.
Değişik gerekçelerle Türkiye’deki iktidara karşı mücadele eden bu lobiler, uluslararası sistemin en güçlü aktörleri olan ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin bu mücadelede yanlarında olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Yıllardır yürüttükleri Erdoğan, AK Parti ve Türkiye karşıtı karalama kampanyalarıyla ektikleri ürünün, şimdi Washington ve Avrupa başkentlerinin yardımıyla hasadını yapmak istiyorlar.
Her ne kadar ortak hareket etseler de, Türkiye karşıtı bu lobilerin hepsinin ortak hedeflere sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kimisi sadece Erdoğan’ı devirmek isterken, kimisi hem Erdoğan’ı hem AK Parti’yi, birçoğu ise onlarla birlikte aynı zamanda Türkiye’yi de hedef tahtasına oturtmuş durumdalar. Bazısı, “Erdoğan devrilse zaten Türkiye kaosa sürüklenir ve istediğimizi alırız” düşüncesi içerisinde, bazısı kendi devletini kurma hayalinin önünde en büyük engel olarak AK Parti Türkiyesi’ni görüyor, bazısı ise bölgesel hegemonya hesaplarının karşısında engel olarak gördüğü Türkiye’yi zayıflatmak istiyor.
Hepsinin Batı’daki lobilerde karşılıkları var.
Almanya ve Fransa’daki aşırı sol partinin içerisine sızmış PKK’lılar da bu lobilerin parçası, Hollanda ve Avusturya’daki yabancı düşmanı partilerin medya ve siyasetteki uzantıları da.
ABD’de yıllardır Washington’u Erdoğan’ın devrilmesi konusunda ikna etmek için çırpınanlar da bu Türkiye düşmanı lobilerin parçasını oluşturuyorlar, Avrupa ve Amerika’da Türkiye’yi kendi nüfuz alanı olarak gören siyasetçiler de.
Her birinin Türkiye’ye dair kendi özel hesapları olsa da ortak hedefleri Erdoğan ve AK Parti’nin devrilmesi ve bir daha Türkiye’nin başına bu şekilde bağımsız politikalar izleyecek kimselerin gelmemesi.
Bu Türkiye karşıtı lobiler son zamanlarda kendilerine Batılı ülkelerde çok rahat hareket edecekleri alanlar buldular. Bunun, Türkiye’nin dışarıdan gelen baskılara rağmen kendi çıkarlarını esas alan politikalar izlediği bir döneme denk gelmesi şaşırtıcı değil kuşkusuz.
İşte ABD ve Avrupa’da son dönemde Türkiye’yi rahatsız eden kararların alınmasını bu lobilerin faaliyetlerinin bir sonucu olarak görmek gerek.
Buna karşı Ankara’nın yapması gereken, bu lobilerin etkisi altında Batı’da alınan kararlara karşı Türkiye’nin çıkarlarının korunması için her türlü tedbiri almak ve Batılı başkentlere, Türkiye düşmanı bu lobilerin etkisi altında hareket etmelerinin kendi çıkarlarına da zarar vereceğini anlatmaktır.
[Türkiye, 13 Mayıs 2017].