Batılı ülkelerde herhangi bir gazeteyi eline alıp “dünya” (internationalnews, world, Ausland) sayfalarına bakanlar Suriye, Afganistan, Orta Afrika Cumhuriyeti veya Güney Sudan iç savaÅŸlarında yaÅŸanan yeni katliamları ve Irak, Mısır, Tayland ve Ukrayna gibi ülkelerde yaÅŸanan darbe, iç karışıklık ve çatışmaları anlatan haberlerle karşılaşırlar.
Aynı gazetelerde ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve Ä°ngiltere gibi küresel sistemde önemli ekonomik ağırlığı olan ülkelere iliÅŸkin haberlerin ise, bu ülkelerde yaÅŸanan iç savaÅŸlardan, demokratik yaÅŸamın iÅŸleyiÅŸine yönelik tehditlerden veya baÅŸka ülkelerin ciddi tehdit oluÅŸturan müdahaleci politikalarından deÄŸil, François Hollande’ın sevgililerinden, Amerikan BaÅŸkanının Ä°ran’a yönelik yaptırımlara dair yeni tutumundan, Japonya BaÅŸbakanının Afrika gezisi esnasında söz verdiÄŸi ekonomik yardımlardan (örnekler New York Times’ın 14 Ocak 2013 tarihli web sayfasından) bahsettiÄŸini görürüz. Bu gazeteleri okuyanlar, çatışmaların hiç eksilmediÄŸi ülkelerin vatandaÅŸlarının hiçbir zaman insan onuruna layık bir ÅŸekilde yaÅŸayamayacaklarını düÅŸünür, kimileri üzülüp bu ülke halklarına acıyarak bakarlar, fakat neredeyse tamamı bu gördükleri karşısında kendi ülkelerindeki “sürekli istikrardan” gurur duyarlar.
Milli geliri iki trilyon doların üzerindeki ülkelerin (9 ülke) veya kiÅŸi başına milli geliri 20.000 doları geçen ülkelerin (39 ülke) yaÅŸadıkları sorunların ekonomik istikrarlarını, sosyal ve siyasal düzenlerini çok fazla sarsmadığı görülmektedir. Almanya ve Fransa’da aşırı ÅŸiddet içeren, haftalar ve hatta aylar süren toplumsal olaylar yaÅŸandığı zaman bu olayların ülkenin siyasal sistemini ciddi bir istikrarsızlığa sürükleyeceÄŸi ve demokratik seçimler dışında bir iktidar deÄŸiÅŸikliÄŸine yol açacağı beklenmezken, Ukrayna, Türkiye ve Tayland gibi ülkelerde bu türden toplumsal olaylar ve kitlesel protesto gösterileri yaÅŸandığında birçok kesimin hemen ciddi bir siyasal istikrarsızlık ve bunun sonucunda gelecek köklü bir dönüÅŸüm ve iktidar deÄŸiÅŸikliÄŸi beklentisi içerisine girmesinin nedeni nedir? Hatta çoÄŸu zaman bu beklentiyle yetinilmeyip, beklenen ve arzu edilen bu dönüÅŸümün gerçekleÅŸmesi için çeÅŸitli ÅŸekillerde destek verilmesi söz konusu mudur?
Türkiye ABD ve AB ülkelerindeki “karşılıklı dengeli bağımlılık” iliÅŸkisine razı olup baÅŸka ülkelerin iç iÅŸlerine karışma arayışında olmayan kesimlerle her türlü iÅŸbirliÄŸine hazır olmalı. Kendi içiÅŸlerine müdahaleyi ve hatta “rafine müdahale yöntemleriyle” hükümeti devirmeyi kendilerine temel hedef olarak gören kirli lobilerin etkisi altındaki kesimlerle mücadelede ise çok saÄŸlam bir duruÅŸ içerisinde olmalıdır.
Bu sorulara tatmin edici bir cevap verebilmek ancak uluslararası iliÅŸkiler biliminin önemli inceleme konularından biri olan müdahale kavramının detaylı bir analiziyle mümkün olabilir. Bu yazının sınırları uluslararası iliÅŸkiler teorilerinin uzun uzun açıkladığı bu kavramı bütün boyutlarıyla ele almaya müsaade etmediÄŸi için bu konuda bazı kısa tespitler yapmakla yetinip, bu çerçevede Türk iç ve dış politikası açısından ne gibi sonuçlar çıkarılabileceÄŸine bakalım.
Öncelikle tarih, uluslararası sistemdeki daha güçlü aktörlerin kendi çıkarları doÄŸrultusunda gerekli gördükleri zamanlarda kendilerinden daha zayıf aktörlere müdahale örnekleriyle doludur. Bu müdahalelerin türü ve ÅŸiddeti zamanın ruhuna göre ÅŸekil deÄŸiÅŸtirmekle birlikte giderek daha rafine bir hale büründükleri ve bunun sonucunda da geniÅŸ kitlelerin bu müdahaleleri fark etmelerinin her geçen gün zorlaÅŸtığının altını çizmek gerekir. KüreselleÅŸmenin hızla artması sonucu iç-dış politika ayrımının artık neredeyse tamamen ortadan kalktığı günümüzde her ülkenin borsasındaki artış ve düÅŸüÅŸler, faiz oranlarındaki yukarı-aÅŸağı hareketler, dış ticaretine dair geliÅŸmeler baÅŸka ülkeleri de daha çok yakından ilgilendirmekte, özellikle küresel güç konumundaki devletler baÅŸka ülkelerin kararlarını kendi çıkarları doÄŸrultusunda ve kendi güçleri oranında etkilemeye çalışmaktadırlar. Çıkarlarının boyutu bu yöndeki etkileme çabalarının yoÄŸunluÄŸunu da belirlemektedir. Bazı durumlarda bu çabalar Irak örneÄŸinde olduÄŸu gibi doÄŸrudan askeri müdahaleye varmakta (1991’de BM kararıyla, 2003’de BM kararı olmadan), bazen askeri güç kullanma tehdidi ÅŸeklinde kendisini göstermekte (Ä°ran), bazen darbeleri teÅŸvik veya destek ÅŸeklinde ortaya çıkmakta (Mısır, Türkiye), bazense hedef olarak seçilen ülkelerin sosyo-ekonomik istikrarını hedef alan ekonomik veya toplumsal manipülasyonlara dair deÄŸiÅŸik adımlardan (Türkiye, Ukrayna, Mısır) oluÅŸmaktadır. Uluslararası iliÅŸkiler literatüründe neo-imperialism ve neo-interventionism baÅŸlıkları altında çok geniÅŸ bir ÅŸekilde incelenen bu müdahalelere özellikle ABD, Rusya, Fransa ve Ä°ngiltere’nin uygulamaları çerçevesinde sayısız örnekler göstermek mümkündür.
Ä°kinci olarak uluslararası sistemin etkili devletlerine tekdüze bir yaklaşımla bakmak bizi yanlış sonuçlara sürükleyebilir. Türkiye’de gerek iç politikanın gerekse dış politikanın deÄŸiÅŸik konularına iliÅŸkin farklı görüÅŸlere sahip siyasi, bürokratik ve sivil aktörler olduÄŸu gibi ABD, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde de bunların dış politikaları konusunda farklı kanaatlere sahip aktörlerin varlığı söz konusudur. Örnek olarak Türkiye’nin AB üyeliÄŸi konusunda Almanya’nın tutumunun eski BaÅŸbakan Gerhard Schröder ile 2005’ten beri bu ülkeyi yöneten Angela Merkel hükümetleri dönemlerinde birbirine çok zıt pozisyonlar aldığını hatırlayabiliriz.
Uluslararası iliÅŸkilere iliÅŸkin bu genel tespitlerin ardından Türkiye özelinde ÅŸu tespitle devam edelim: Türkiye tarihi gerek Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ve gerekse cumhuriyet dönemlerinde küresel güçlerin deÄŸiÅŸik düzey ve araçlarla müdahale örnekleriyle doludur. Türkiye’nin bu müdahalelerle karşı karşıya kalmasının temel nedeni söz konusu dönemlerde güçsüz bir ülke olması olmuÅŸtur. Ekonomik, askeri ve diplomatik gücünün yetersiz olması ve toplumsal istikrardan yoksun olması Türkiye’yi bazı dönemlerde Ä°ngiltere ve Fransa’nın, bazen Almanya’nın, bazen Sovyetler BirliÄŸi’nin ve özellikle Ä°kinci Dünya Savaşı sonrasında ağırlıklı olarak ABD’nin çeÅŸitli ÅŸekillerdeki müdahalelerine açık hale getirmiÅŸtir.
Batı’nın ekonomik ve askeri üstünlüÄŸünün uluslararası sistemin temel karakteristiÄŸini oluÅŸturduÄŸu son 200 yıllık dönemde UzakdoÄŸu’da önce Japonya, sonrasında ise Çin’in yaptığı gibi kayda deÄŸer bir ekonomik kalkınma ile güçlü ülkelerin müdahalelerine karşı koyacak bir kapasiteye ulaÅŸmak bu bölgedeki Güney Kore, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerin yanında Hindistan, Brezilya ve Türkiye’nin temel hedeflerinden biri olmuÅŸtur. Ancak Türkiye’nin Ä°kinci Dünya Savaşı sonrasında demokratik hayata geçmesinin ardından her on yılda bir darbeye maruz kalması ve bu darbeler dışında da sürekli olarak NATO çerçevesinde aktif olan derin yapıların müdahaleleriyle karşı karşıya kalması bu hedefine ulaÅŸmasının önünde çok büyük bir engel teÅŸkil etmiÅŸtir.
Türkiye’nin, bağımsız bir aktör olarak kendi dış politikasını kendi çıkarları doÄŸrultusunda bizzat kendisinin belirlemesi yolundaki adımlarına yönelik bu engelleme çabalarına raÄŸmen son dönemde çok önemli geliÅŸmeler kaydettiÄŸi görülmektedir. Ekonomik kapasitenin artırılması konusundaki önemli baÅŸarıların yanında uzun yıllar boyunca ihmal edilen askeri açıdan dışa bağımlılığın giderilmesi konusunda da birbiri ardınca giriÅŸimler yapılmıştır. Türkiye’nin güvenliÄŸinin dışa bağımlı olmaktan kurtarılması çerçevesinde yalnızca ihtiyaç duyulan silah sistemlerinin Türkiye’de üretilmesi konusunda adımlar atılmakla kalınmamış, aynı zamanda güvenliÄŸin önemli ayaklarından biri olan istihbaratın millileÅŸtirilmesi ve gerek Türkiye’nin terör sorununun çözümünde gerekse dış politikanın yürütülmesinde etkili bir aktör olarak kullanılması konusunda da baÅŸarılı hamleler yapılmıştır. Åžimdi özellikle ekonomik alanda Türkiye’nin atmış olduÄŸu adımlara bakalım.
EKONOMÄ°K KALKINMA
Öncelikle Türkiye’nin ekonomik kapasitesinin son 30 yılda ve AK Parti döneminde nasıl bir deÄŸiÅŸim gösterdiÄŸine bakalım. AÅŸağıdaki tablo, dünyanın ekonomik güç açısından öne çıkan bazı ülkelerinin 1980 yılından 2012’ye kadar Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’larındaki deÄŸiÅŸimi göstermektedir. 1980-2012 yılları arasındaki büyüme rakamları esas alındığında, dünyanın en büyük 25 ekonomisi arasında (tabloda bu 25 ülkenin tamamı gösterilmemiÅŸtir) Türkiye’nin 11,6 katlık artışla en fazla büyüyen üçüncü ülke olduÄŸu görülmektedir. 1980 yılında 68 milyar dolar olan GSYH’sını 2012 yılında 789 milyar dolara çıkaran Türkiye’nin bu baÅŸarısı Çin ve Güney Kore’nin büyüme rakamlarının gerisinde kalsa da dünyanın en büyük 25 ekonomisi arasında yer alan diÄŸer 22 ülkeden daha fazla olmuÅŸtur. Bu ekonomik performansıyla Türkiye söz konusu süre içerisinde ABD ve Japonya’dan iki kat, Almanya ve Fransa’dan ise üç kat daha fazla büyüyerek bu ülkelerle arasındaki aşırı ekonomik kapasite farkını bir miktar azaltmıştır. Ayrıca Türkiye bu büyüme rakamlarıyla 1980 yılında dünyanın 21. büyük ekonomisi iken 2012 yılında 17. büyük ekonomi konumuna yükselmiÅŸtir.
Türkiye’nin ekonomik performansında yaÅŸanan bu önemli geliÅŸmede AK Parti döneminin payı incelendiÄŸinde ise, AK Parti’nin iktidar olduÄŸu 2002-2012 yılları arasında ekonomik büyümenin diÄŸer onyıllarla karşılaÅŸtırıldığında çok belirgin bir ÅŸekilde öne çıktığı görülmektedir. Türkiye ekonomisi 1980-1990 döneminde yaklaşık olarak 2,2 kat, 1990-2000 arası dönemde 1,7 kat büyürken, 2002-2012 arasında 3,4 kat büyümüÅŸtür. Bu rakamlarla Türkiye ekonomisi ABD, Almanya, Japonya ve Fransa gibi sanayileÅŸmiÅŸ ülkelerden 2 kattan daha fazla büyürken, Brezilya ve Hindistan gibi yükselen ekonomilerle yaklaşık aynı oranları yakalamış, ancak Rusya ve Çin gibi ülkelerin ise gerisinde kalmıştır.
TÜRKÄ°YE'NÄ°N SON 10 YILI
Åžimdi de Türkiye’nin GSYH rakamlarıyla geliÅŸmiÅŸ bazı ülkelerin GSYH göstergeleri arasındaki oransal iliÅŸkinin 1980-2012 arasında nasıl deÄŸiÅŸim gösterdiÄŸine bakalım. AÅŸağıdaki tablodaki veriler incelendiÄŸinde, Türkiye’nin bu 32 yıllık süre içerisinde Japonya, Almanya ve Fransa gibi ülkelerle arasındaki farkı ciddi miktarlarda azalttığı, artık Ä°sviçre gibi ülkelerden daha fazla üretim yaptığı görülmektedir. ABD ile aradaki farkın da 40 kattan yaklaşık 20 kata kadar indirilmesine raÄŸmen halen bu ülkeyle Türkiye arasında çok ciddi bir ekonomik güç uçurumunun bulunduÄŸuna da dikkat çekmek gerekir. ABD’nin nüfusunun Türkiye’nin yaklaşık 4,5 katı büyüklüÄŸünde olduÄŸu ve bu ülkenin ekonomik göstergeleri ile diÄŸer bütün ülkelerin verileri arasında da çok büyük farklar olduÄŸu hatırlanırsa ABD ile Türkiye arasındaki GSYH rakamları arasındaki farkın bir ölçüde anlaşılabilir olduÄŸu söylenebilir.
Ä°ncelenen bütün bu ekonomik göstergeler Türkiye’nin artık 1980 yılından çok daha fazla imkan ve kapasiteye sahip bir ülke olduÄŸunu göstermektedir. 1980 yılında, bugün hala dünyanın önemli küresel güçleri arasında yer alan Fransa’nın ancak onda biri kadar üretim yapabilen Türkiye, 2012 yılında artık Fransa’nın yaklaşık üçte biri kadar üretim yapabilen bir ülke konumuna gelmiÅŸtir. Satın alma Gücü Paritesine göre GSYH rakamları açısından bakıldığında (2.370 milyar dolar Fransa, 1.350 milyar dolar Türkiye) aradaki bu fark iki katın bile altına düÅŸtüÄŸü görülür.
GSYH’sındaki bu artış Türkiye’nin askeri ve diplomatik imkanlarını da geniÅŸletmiÅŸtir. Askeri alandaki dışa bağımlılığın ortadan kaldırılması için Türkiye’nin son dönemde kendi tankını, savaÅŸ helikopterini,askeri eÄŸitim uçağını ve insansız hava aracını üretme konusunda önemli aÅŸamalar kat ettiÄŸi ve kendi savaÅŸ uçağını üretme konusunda da giriÅŸimlere baÅŸladığı görülmektedir. Bunların yanında, dışarıdan temin ettiÄŸi silah sistemlerini de artık üretim teknolojisi ile birlikte satın almak suretiyle kendisinin bu silahları geliÅŸtirip bu alandaki bağımlılıklarını da ortadan kaldırma yönünde bir çaba söz konusudur ki, bunun bazı ülkelerdeki etkili lobileri ciddi ÅŸekilde rahatsız ettiÄŸi görülmektedir.
Gerek ekonomik gerekse askeri alandaki bu kazanımlar Türkiye’yi 2000’li yıllardan önceki dönemlerdeki kadar kolay müdahale edilebilen bir ülke olmaktan çıkarmıştır, ancak henüz Fransa ve Almanya gibi dışarıdan manipülasyonlara karşı çok korunaklı bir ülke konumuna getirmemiÅŸtir. Bu ülkeler kadar korunaklı bir konuma gelmek için onlar gibi, Türkiye’nin GSYH’sının da 2 trilyon doları geçmesi gerekmektedir. AK Parti’nin 2002-2012 arasında Türkiye’nin GSYH’sını 3,4 kat artırdığı düÅŸünülürse gelecek 10 yılda gerçekleÅŸtirilebilecek benzer bir artış GSYH’sını 2 trilyon doların üzerine çıkarabilecek ve bu da Türkiye’yi güvenli sulara taşıyabilecektir.
Ancak güvenli sularda demirlemiÅŸ kendine güvenen bir Türkiye’nin dış politikasında izlediÄŸi yolun birçok ülkedeki farklı kesimleri rahatsız etme potansiyeli de çok büyüktür. Dalgalı sularda seyrederken yardıma ihtiyaç duyduÄŸu için kendisine yapılan dayatmaları, çoÄŸu zaman kendi ulusal çıkarları aleyhine de olsa kabul etmek ve ona göre politikalar geliÅŸtirmek zorunda kalan Türkiye’nin, daha güvenli sularda kendi çıkarlarını önceleyen politikalarından rahatsız olan bu çevrelerin Türkiye’yi alışageldikleri sulara geri döndürme yönünde çaba sarf etmeleri uluslararası sistemin güç politikası ağırlıklı yapısının doÄŸası gereÄŸidir. Bunun için de müdahalenin, yukarıda deÄŸinilen deÄŸiÅŸik yöntemlerine baÅŸvurulabilmektedir. Bu noktada iki husus önem kazanmaktadır:
ULUSLARARASI SÄ°STEM RAHATSIZ
1-Türkiye’nin izlediÄŸi politikalardan rahatsız olabilecek uluslararası sistemin deÄŸiÅŸik aktörlerinden gelebilecek her türlü müdahale ve manipülasyon giriÅŸimlerine karşı hazırlıklı olmak gerekir. Bu konuda Türkiye’nin özellikle ekonomik kapasitesinde son yıllarda yaÅŸanan büyük artış Türkiye’yi geçmiÅŸe göre daha korunaklı hale getirmiÅŸtir, ancak halen daha bu açıdan eksiklikler ve riskler söz konusudur.
Yukarıda deÄŸinildiÄŸi gibi, uluslararası sistemin etkili devletlerine tekdüze bir yaklaşımla bakmak yanlışlığına düÅŸmemek gerekir. Gerek ABD’de gerekse AB ülkelerinde Türkiye konusunda farklı görüÅŸlere sahip kesimlerin bulunduÄŸu unutulmamalıdır. Bu ülkelerde, Ä°slamofobi temelli bakış açılarıyla Türkiye’deki AK Parti hükümetini Batı dünyası için bir tehdit olarak görüp yıkılması için ellerinden geleni yapanlar olduÄŸu gibi, Türkiye’nin bu dönemde demokrasisini konsolide etmek suretiyle güvenli bir partnere dönüÅŸtüÄŸünü düÅŸünenler de vardır. Birinci kesim Türkiye’nin başında, geçmiÅŸte alıştıkları gibi, sürekli yönlendirebilecekleri bir hükümet görmek isterken, ikinci kesim artık uluslararası sistemde karşılıklı bağımlılıkların var olduÄŸunu ve aktörler arasında kurulacak “karşılıklı dengeli bağımlılık” iliÅŸkisinin bütün tarafların yararına olacak sonuçlar doÄŸuracağını düÅŸünmektedirler.
Türkiye bu ülkelerdeki, “karşılıklı dengeli bağımlılık” iliÅŸkisine razı olup baÅŸka ülkelerin iç iÅŸlerine karışma arayışında olmayan kesimlerle her türlü iÅŸbirliÄŸine hazır olurken, kendi içiÅŸlerine müdahaleyi ve hatta “rafine müdahale yöntemleriyle” hükümeti devirmeyi kendilerine temel hedef olarak gören kirli lobilerin etkisi altındaki kesimlerle mücadelede ise çok saÄŸlam bir duruÅŸ içerisinde olmalıdır. Yoksa 10 yıl içerisinde büyük çabalarla elde edilen kazanımlar kısa bir süre içinde kaybolup gider ve Türkiye’nin Almanya ve Fransa gibi ülkelerin bulunduÄŸu güvenli sulara ulaÅŸması iyice zorlaşır.
[Star Açık GörüÅŸ, 20 Ocak 2014]