Türkiye, 1990’lı yıllarda yaşadığı siyasi istikrarsızlık ve başarısız ekonomi yönetimiyle “ekonomik tahribat” olarak nitelendirilen yıkıcı bir dönemi acıyla tecrübe etmiştir. En belirgin özellikleri arasında yüksek ve kronik enflasyonun olduğu bu döneme, giderek katlanan ve ekonomiyi toparlanamaz bir hale getiren, faiz ağırlıklı aşırı kamu borç stoku damgasını vurmuştur. Havuz Sistemi’yle çözüm getirilmeye çalışılan bu kangren, ne yazık ki belli kesimlerin finansal menfaatleriyle çelişmiş ve 28 Şubat sürecinin tetikleyicilerinden olmuştur. Devletin yeniden yüksek faizlerle özel bankalardan borç almasını sağlayan post-modern darbe, bir yandan ekonomiyi çökertirken, bir yandan da birçok dev yolsuzluğu beraberinde getirmiş ve hem sebepleri hem de sonuçları itibariyle ekonomik bir darbe özelliği taşımıştır. Tüm bunların sonucunda ekonomi Şubat 2001’de dibe vurmuş ve tarihindeki en büyük krizlerinden birini yaşamıştır. İşte 2001 Ekonomik Krizi, Türkiye ekonomisi üzerinde yapılan hesaplara ve siyasi oyunlara ilişkin, yakın tarihteki en büyük ve en acı örnektir.
Krizle yaşadığı kâbus sonrasında gözlerini açarak silkinen Türkiye’nin 2002 yılında kavuştuğu tek partili siyasi istikrar, beraberinde uygulanan başarılı ekonomi politikalarıyla, krizin derin etkilerini yavaş yavaş silmiştir. Tahribatı giderdikten sonra geçilen yükseliş dönemi ise, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük kalkınma hikâyesine sahne olmuştur. Yine bu döneme denk gelen global krizin olumsuz etkileriyle ekonomi 2009 yılında bir daralma yaşamış olsa da, 2010 yılında dünya çapında büyük bir başarıya imza atarak yüzde 9,2 oranında büyümüş ve en hızlı toparlanan birkaç ekonomi arasında yer alarak yeniden tırmanışa geçmiştir. 2011 yılında da yüzde 8,5 gibi etkileyici bir oranda büyüyen Türkiye Ekonomisi, 2012 yılında bilinçli olarak büyüme temposunu düşürmüş, 2013 yılında ise itidalli bir şekilde yüzde 4 civarında hızlı yükselişine devam etmiştir.
Bugün birçok makro göstergede oldukça iyi bir performans sergileyen Türkiye Ekonomisi, enkaz halinde devraldığı 11 yıllık dönem içerisinde ulaşmış olduğu noktada dünya çapında pozitif ayrışan bir ekonomi haline gelmiştir. Yeni nesil yükselen ekonomiler arasında adına ön sıralarda yer verilen Türkiye, 2023 hedeflerine doğru hızla ilerlemekte ve kalkınma serüvenini yeni dev projelerle heyecanla sürdürmektedir. Ancak, istikrarlı büyüme, indirgenmesi planlanan dış finansman bağımlılığı ve düşük faizlerin hâkim olduğu ılıman bir ortam, bir takım sermaye sahipleri ve uluslararası güçlerin menfaatleriyle, dün olduğu gibi bugün de çelişmektedir. Ve ne yazık ki, 28 Şubat sürecine benzer geçmişte yaşanan ekonomiye yönelik müdahaleler, bugün de Türkiye’nin yakasını bırakmamaktadır. Bu bağlamda, 2013’te yaşanan Gezi ve 17 Aralık süreçleri ile, ülkenin gelecek vaat eden gidişatının önüne sürekli taş koymak isteyen güçler, bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. İçinde bulunulan 2014 Ocak ayı itibariyle halen devam etmekte olan söz konusu girişimler, Türkiye’de uzun yıllardır hâkim olan güven ve istikrar gerçeğini, gerek yurt içinde gerekse uluslararası arenada zedeleyerek yeni bir post-modern ekonomik darbeye zemin hazırlamaya çalışmaktadır. Zira Türkiye’nin, gelecekte varacağı öngörülen hedeflere ulaşabilmesi için devam ettirmesi gereken en önemli faktör istikrardır ve onu yolundan alıkoyabilmek de, ancak ve ancak istikrarı yıkmaktan geçmektedir.