Devlet egemenliğinin millete ait olduğunun kabul edilmesiyle, heterojen bir toplumdan türdeş bir millet yaratılması sorunu ortaya çıktı. Çünkü doğası gereği egemenliğe ancak bir "birlik" kaynaklık edebilirdi ve "çokluk" dünyası olan toplum buna uygun değildi. Böylece millet, toplumu ikame etmeye başladı ve toplumun devlet düzeyinde fiktif olarak temsil edilmesi işlevini gördü. Bu durum, ister istemez toplum ile millet arasında bir karşıtlık ilişkisi kurmayı gerektirdi. Siyasi mücadeleler sonucunda milletin dışında tutulan alt sınıflar, kadınlar, etnik ve dini azınlıklar zamanla millete dâhil oldular. Ancak bu demokratik kazanımlara rağmen, hiçbir zaman toplum ile millet arasındaki mesafe tam olarak kapanmadı. Çünkü mesafenin kökeni pratik -olgusal düzlemde değil, varoluşsal düzlemdedir. İlkesi "türdeşlik" olan millet, ilkesi "farklılık" olan toplumu gerçek anlamda değil, ancak çarpıtarak temsil edebilir.
Bunun anlamı şu: Her ne kadar kabul etmekte zorlansak da, dışlama modern siyasete içkin bir pratiktir. Toplumda bazıları kaçınılmaz olarak milletin dışında kalmak zorundadır. Ancak bu, milletin dışında kalan bireylerin hiçbir hakka sahip olmayacakları anlamına gelmez. Demokrat siyasette, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı her birey hukuk önünde eşittir ve temel haklara sahiptir.
Dışlama ve eşitsizlik yalnızca kolektif düzeyde, devlete dair kararlarda kendini gösterir. Devlete dair kararlar egemenliğin kaynağı olan millete referansla alınacağından, sadece milletin iradesinin kararlara yansıması kaçınılmazdır. Örneğin Türkiye, bazı toplumsal kesimler karşı çıksa da, muhafazakâr-demokrat kimliğin tanımladığı milli çıkarlar doğrultusunda Ortadoğu'ya müdahil olmaktadır. Burada toplumsal alandaki bazı görüşlerin dışlanması söz konusudur. Fakat aynı zamanda, milletin iradesinin devlet tarafından eyleme dökülmesi de demokratik siyasetin bir gereğidir.
O halde, direkt halkın seçeceği cumhurbaşkanı da, kaçınılmaz olarak toplumun değil, milletin başı olacaktır. Bu, devlete dair kararlarda adayların "tarafsız" olamayacağı anlamına gelir. Demokratik siyaset açısından bunda bir problem yok. Çünkü tarafsızlık iddiası özünde, kişinin toplum için doğru olanı bildiği tezini içerir ki, bu, gerçekliğin göreceli olduğunu savunan demokrasi fikri ile çelişir. Demokraside hiç kimse taraf olmaktan kurtulamaz. Tarafsızlık iddiası gibi bir "haddini aşma" durumuna ancak, toplumsal farklılıkları öğütmeye çalışan jakoben-otoriter bir siyasi ortamda rastlanabilir.
Dolayısıyla, adaylardan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, siyasete hakkını veren "elbette taraf olacağım" açıklaması, demokrasiyi ihlal etmemekte, aksine teyit etmektedir. Buna karşın, CHP- MHP koalisyonunun çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu'nun tarafsızlık iddiası, jakoben Kemalist vesayetin cumhurbaşkanı olmaya kararlı olduğunu göstermektedir. "Radikal demokrat cumhurbaşkanı" sloganı ile yola çıkan HDP'nin adayı Selahattin Demirtaş'ın tarafsızlık iddiası ise, ya bilgi eksikliğiyle ya da lâfazanlıkla açıklanabilir. Çünkü radikal demokrasi, farklılıkları ciddiye almayan tarafsızlık fikrini, liberal bir değer olarak görür ve kesinlikle reddeder.
Sonuçta İhsanoğlu'nun Kemalist bir milletin tarafı, Demirtaş'ın ise sol- liberal bir milletin tarafı olduğu su götürmez bir gerçek. Lakin her iki aday da kendi millet tanımlarının, Erdoğan'ın muhafazakâr- demokrat milletinin kapsayıcılığına ulaşamayacağını gördüğünden, seçim kampanyalarını "taraflı" ve kutuplaştırıcı olarak suçladıkları Erdoğan'a karşıtlık üzerine kurmuş durumdalar. Bu bir kendini saklama siyasetidir ve taktiksel açıdan anlaşılabilir bir şey. Ancak siyasete hakkını vermek, kendi siyasi projelerini Erdoğan'ınki ile açıkça çarpıştırarak mümkün olurdu. Unutmamak gerekir ki siyaset, sadece siyasete hakkını verenleri ödüllendirir.
[Sabah Perspektif, 26 Temmuz 2014]