SETA > Yorum |

15 Temmuz’da Yeni Bir Türkiye Kuruldu

Gazeteci İsmet Berkan, Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimi ve devletin yeniden yapılandırılmasını Kriter‘e değerlendirdi.

Gazeteci İsmet Berkan, Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimi ve devletin yeniden yapılandırılmasını Kriter‘e değerlendirdi.

FETÖ’nün15 Temmuz darbe girişimi ile başlayalım. Uzun yıllardır gazetecilik yapıyorsunuz, siyaseti yakından takip ediyorsunuz. 15 Temmuz Türk siyasi tarihinde ne anlama geliyor?

Tarif edilmesi zor bir cüret anı. O gece Başbakan Binali Yıldırım bu kalkışma için çılgınlık demişti. Gerçekten akılla, mantıkla izah edilebilir bir şey değildi.

Darbeleri savunmak manasında söylemiyorum elbette ama her darbenin arkasında bir ince hesap görüyorsunuz. Önceden bir meşrulaştırma çabası yapılır. 12 Eylül’de bu çok net. Terör artıyor ve daha bir sürü şey… 13 Eylül günü çıt çıkmıyor memlekette. 28 Şubat’ta da benzer bir süreç var. Sivil toplum kuruluşları bir araya getiriliyor. Medya üstünde bir mühendislik uygulanıyor. Bir yerde düğmeye basılıyor ve her ne yapılacaksa ondan sonra yapılıyor.

15 Temmuz’da Allah’tan bunu becerebilecek bir seviyede değillerdi. Darbenin gayrimeşru olduğu konusunda en ufak bir tartışma olmadı. Nitekim Cumhurbaşkanı’nın ya da Başbakan’ın çağrılarından önce bile insanlar sokağa çıkmaya başlamıştı. Tabii o çağrıların ardından daha büyük bir katılım gerçekleşti. Bu bence medyanın kritik rolünü anlamak bakımından da önemli bir gözlemdi.

15 Temmuz’da bir çılgınlık haline şahit olduk. FETÖ’nün ne kadar büyük bir tehdit olduğunun farkındaydık ama bu cüret benim hayal sınırlarımı aştı. Böyle bir şeye de kalkışabilecekleri, kalkışmakla kalmayıp insanların üstüne ateş açabilecekleri ve terörle mücadelede omuz omuza savaştıkları Özel Harekat’a kasıtlı bir şekilde F-16’dan bomba yağdıracakları benim hayallerimin ötesindeydi. O bakımdan dehşete kapıldığımı söyleyebilirim.

Türk demokrasi tarihi bakımından büyük bir kırılma ama ondan daha önemlisi bence bizim “kutsal” devletimizin tarihi açısından çok önemli bir kırılma. Bizim “her şeye kadir”, “her şeyi becerebilir” devletimizin gerçekte ne kadar kırılgan ve zayıf olduğunu göstermesi bakımından önemli bir geceydi. Bence bu millet hala o histen kurtulmadı. 3-5 bin insan bir gecede devleti altımızdan tık diye alıp çekebilirdi. Yani o gece insanları sokağa çıkaran ve bu öfkeyi sürdüren şey sadece demokrasiyi koruma kaygısı değil birazcık da devleti koruma kaygısıydı.

Mısır’ı, Suriye’yi görmek burada etkili olmuş mudur?

Onlar daha sonra akla gelen şeyler. Bu mutlaka bilinçaltında etkili olmuştur. Ülkede devlet ve temel kamu düzeni olmadığı zaman neler olabildiğini görmek mutlaka etkili olmuştur ama bunun bu kadar kolay kaybedilebilir olduğunu düşünmezdi Türkler bence. O gece birdenbire onu düşündüler. Bir baktınız ordunuzdan üç beş F-16, sekiz on helikopter, birkaç bin asker çıkmış, birilerine ateş ediyorlar. Ortalık toz duman. Kışlaların önünü kamyonlarla kapatıyorsunuz. Uçaklar inip kalkamasın diye havalimanı pistlerine kamyonlar çekiyorsunuz. Kimin nerede durduğu ilk saatlerde pek bilinmiyor. Bu, toplum için demokrasiyi kaybetmekten daha büyük bir travma bana soracak olursanız.

İnsanların Cumhurbaşkanı ve Başbakanı’nın çağrısından önce sokağa çıkmalarını ne tetikledi?

Sokak gösterilerinden haz eden veya kalabalık görünce mutlu olan bir insan değilim fakat İstanbul’da olsaydım ben de çıkardım. Bunu öğrendiğim zamanki öfkemi kelimelerle anlatamıyorum. Bir sürü insan da bu şekilde öfkelendiği için sokağa çıktı.

Bana çok çarpıcı gelen bir şehit hikayesi var. Adam bir plastik atölyesinde çalışıyor. Akşam yorgun argın evine geliyor. Evi Kurtuluş’un arka tarafındaki gecekondu mahallerinden birinde. Enteresandır karısı da Afrika’nın bir ülkesinden ve iki çocukları var. Karısı diyor ki, “Biz yemeği yedik. Sana da ısıtayım istersen?” “Yok” diyor, “O kadar yorgunum ki yatıp uyuyacağım.” Yatağa giriyor. Biraz sonra bir arkadaşının telefonuyla bir şeyler olduğunu öğreniyor. Yataktan kalkıyor, abdest alıyor, iki rekat şehadet namazı kılıyor. Karısına “Ben gidiyorum” diyor. Üç arkadaş mahallede buluşup çıkıyor ama nereye gittiklerini, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Kurtuluş’tan Elmadağ’a yürüyorlar. Radyo Evi’nin önünde şehit düşüyor adam.

Şimdi düşünün: Sabahtan akşama kadar on, on iki saat çalışmış, yorgun argın eve gelmiş ama bir tek soru sormaksızın çıkıp gidiyor ve orada ölüyor kalıyor adamcağız. Bana çok çarpıcı geldi bu öfke hikayesi. Başka hangi kuvvet onu pijamasını giymiş ve yatağına girmişken sokağa çıkartabilir ve oraya götürebilir? Eminim bir sürü insanın hikayesi böyle. Erol Olçok benim dostumdu. O kadar doğal buldum ki onun orada olmasını. Bir tek oğlunun da yanında olmasına şaşırdım. Ama onun oraya gideceği zaten çok kolay hayal edebileceğim bir şeydi.

Yenikapı Ruhu Asgari Seviyedir

Medya üzerinden devam edelim. 15 Temmuz’da medya nasıl bir sınav verdi?

Önceki karne ile kıyasladığımda çok iyi bir sınav verdi. En çarpıcısı bence 27 Nisan e- muhtırası sonrası neredeyse kimsenin bunu kınamamasıydı. Ertesi sabah televizyonlara çıkanlar sanki normal bir durummuş gibi siyasi analiz yapıyorlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri bir siyasi partiymiş gibi ve bir bildiri açıklaması gayet sıradanmış gibi konuşuyorlardı. Bu sefer öyle olmadı.

Ana haber kanallarının hiçbirinde ne Başbakan’ın ne de Cumhurbaşkanı’nın konuşması gerekti. Onlar zaten bir pozisyon almışlardı ve o pozisyonlarını da gece boyunca sürdürdüler. Yani bazı şeyler aslında tesadüfen olmuyor, zaman içinde birikiyor. İnsanlar neden 12 Eylül ya da 28 Şubat’ta sokağa çıkmadılar da şimdi sokağa çıktılarsa, medya da o zamanlar darbelere çok net bir şekilde karşı çıkmadı da ancak bugün karşı çıktı. Bence bir kritik kütle oluştu nihayet ve bu gelecek açısından çok güven veriyor.

Bir nevi kurucu bir yönü olabilir o zaman 15 Temmuz’un.

Tabii. Bence oldu bile. Türkiye’nin düzeninin bir alt limiti oluştu. O alt limit seçimli demokrasidir. Onun kalitesini artırabiliyor muyuz? O çizgiyi biraz daha yukarı çekebiliyor muyuz? Çoğulculuğu da başarabiliyor muyuz? Gerçek bir hukuk devletini ekleyebiliyor muyuz? Herkese eşit işleyen hukuku sağlayabiliyor muyuz? Bunlar önemli.

Bunu Yenikapı Ruhu’na bağlayabilir miyiz?

Aynı şey bence. Yenikapı Ruhu dediğimiz de bu: Ülkemi yöneten insanları kendi oylarımla belirlemek istiyorum. Bu demokrasi için yeterli bir derinlik midir? Bence değildir. Ama başlangıç olarak iyidir bu. Bizde bu seviye bile yoktu düne kadar. Yenikapı Ruhu bu asgari seviyedir aslında.

Geçtiğimiz günlerde Anayasa’da yedi maddenin değiştirilmesi için anlaştı partiler. Gerçi bunlar daha evvelden uzlaştıkları maddelerdi ama yine de bir 15 Temmuz farkı, baskısı oldu mu?

Düne kadar Anayasa’nın başlangıcında, Anayasa maddesi bile olmayan başlangıç metnini yazmakta uzlaşamayan, temel insan hakları içindeki çocuk hakları konusunda bile ayrışan partilerimizin yedi maddede anlaşması memnuniyet verici ama çok yetersiz. Tabii aslında “Türkiye’nin başına tam olarak ne geldi ve bunun bir daha olmaması için ne yapabiliriz?” konusu uzun zaman tartışılacak bir konu değil. Türkiye’nin başına tam olarak ne geldiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. En çok da o siyasi partiler biliyor. Bunun olmaması için ne yapılabileceğini henüz tartışmadılar aralarında.

Dünü Değil Geleceği Konuşmalıyız

“İlk adımlar şunlar olmalı” dediğimiz zaman neler geliyor ilk aklınıza?

Bence Devlet Memurları Kanunu’nun sıfırdan konuşulması lazım. Liyakat usulü diyorsak sadece KPSS ile insanları işe aldık demek yetmez. Onun soruları çalındığında ne yapacaksınız? O yüzden bu işe daha kökünden girilse iyi olur.

İkincisi bence bizim her şeyi tek merkezde toplamaya çalışan tarzımızı biraz gözden geçirmemiz lazım. Biraz daha merkezin dışına yetki devreden bir sisteme geçebilmeliyiz. Mesela hükümet Silahlı Kuvvetler’in örgütlenmesinde bunu yapacağını söyledi ama tek başına kuvvet komutanlıklarını Milli Savunma’ya, Genelkurmay’ı Başbakanlığa ya da Cumhurbaşkanlığı’na bağlamak bunun için yeterli değil. Savunma Bakanı çok güzel şeyler söylüyor, ABD örneğini veriyor, “Orduları birbirinden bağımsız yapalım” diyor ama bu konuları şu anda tartışmıyoruz. Türkiye’nin geleceğini konuşmuyoruz. Hala dünü konuşuyoruz. Bir an önce ülkenin geleceğini konuşmaya başlamamız lazım. Konuşmadan, tartışmadan, muhalefeti, toplumu işin içine katmadan da bu olmaz.

Bir yandan Anıtkabir’de çocuk parkı veya şort mevzusu gibi eski gündemimizi hatırlatan tartışmalar oluyor…

Oluyor ama bence o tartışma biraz daha marjinalde bir tartışma. Gündelik hayatta çok fazla karşılığı olan bir şey değil artık yaşam tarzı tartışması. Sürekli AK Parti’yi imtihan etmenin ya da dönüp Kemalistleri imtihan etmenin bir anlamı yok bu konuda bence. Çünkü gündelik hayatta çok da fazla bir karşılığı yok bunun.

Bu geleceği konuşmamızı engellemiyor mu?

Yok. Onu engellemez. Bu ne biliyor musun? Sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle oluşmuş bir fenomen. Yani bir çeşit sosyal medya etkinliği. Sosyal medyada eğer yeterince örgütlüysen ‒bazı siyasi görüşlerin örgütlü olduğunu biliyoruz, FETÖ de dahil buna‒ o görüşler bir iki günlüğüne sosyal medyanın bütün gündemini oluşturabiliyor. Sosyal medyanın kolay manipüle edilebilirliğine bir örnek bu.

Bu kadar basit olmamalı diyorsunuz?

Yeni medya diye bir şey oluşuyor ama tam olarak nereye doğru gidiyoruz onu bilmiyorum. Bir de ben bayağı eski medyacıyım aslında. Biraz endişeyle bakıyorum yeni medya veya vatandaş gazeteciliği denen şeylere. Haber ve analizin editöryel süreçlerden geçtikten sonra yayınlanması gerekiyor. Birkaç gözden geçtikten sonra yayınlanmasının daha doğru olduğunu, birtakım etik ilkelerle bağlı olması gerektiğini düşünüyorum.

Halbuki sosyal medya da, bloggerlık da öyle bir şey ki haberi siz topluyorsunuz, siz yazıyorsunuz. Başka kimse de sizin yazdığınız şeyi edit etmiyor, düzeltmiyor, soru sormuyor. Bir düğmeye basıyorsun, ondan sonra yayında. Bu o kadar doğru bir sistem değil bence. Tabii sosyal medyanın da, vatandaş gazeteciliğinin de, bloggerlığın da zaman zaman çok büyük başarıları var. Ama toplamın içinde o başarılar çok küçük kalıyor.

Peki Arap Baharı ya da Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nde sosyal medyanın rolünü nasıl görüyorsunuz?

Haberleşme ve medya faaliyetini ayırmak lazım. Oradaki medya faaliyeti değil haberleşmedir. Ha yüzlerce insana telefon etmişsiniz ha sosyal medyada “Haydi şuraya gidiyoruz, siz de gelin” demişsiniz; aynı şey.

Yani orada sadece bir iletişim faaliyeti mi var?

Bu tabii felsefi olarak da tartışmalı bir şey. Bir yandan protesto hakkı son derece kutsal bir hak. Bir şeyleri barışçıl protesto edebilmelisiniz. Ama sokağa çıkan bu kalabalıklar Ukrayna’da, Gürcistan’da, Mısır’da bir yönetime karşı negatif güç olarak sokağa çıkıyor. Üç ülkede de aynı şey oldu. Bu kalabalıklar sokağa çıkıyor, bir şeye karşılar, bir şeyin olmasını istemiyorlar. İstekleri de yerine geliyor, mevcut yönetim düşüyor, cumhurbaşkanı istifa ediyor. Peki yerine ne geliyor? Kalabalığın gerçekten arzuladığı bir şey mi geliyor yoksa mevcut bir örgütlü siyasi güç mü o boşluğu dolduruyor? Bunun iyi sorgulanması lazım. Bence her seferinde eğer sokağa çıkan kitlenin bir siyaseti ve siyasi liderliği yoksa mevcut siyasi programa sahip güçlerden biri geliyor iktidara. Dolayısıyla ben bunlara hep biraz şüpheyle yaklaşıyorum. Bir şeye karşı olmaya hak verebilirim ama yerine ne öneriyorsunuz? Bu önemli.

15 Temmuz’a dönecek olursak… Malum darbe girişiminin faili FETÖ. Siz ilk ne zaman fark ettiniz FETÖ’yü?

Ben Cumhuriyet’te çalıştığım zaman bizim gazetenin Ege temsilcisi Hikmet Çetinkaya idi. Şimdi de Cumhuriyet’in Yayın Kurulu üyesi ve yazarı. Hikmet ağabeyin Fetullahçılarla ilgili yazı dizileri ve kitapları vardı. Bunları çok fazla ciddiye almadım. Bir sürü tarikat var, o da bunlardan biri diye baktım. Gerçekten ciddiye almam için 90’lı yıllara gelmem gerekti. Hatta bir dönem kendimce, “Bunlar Ahmet Yesevi’den gelen Türk İslamı’nı mı temsil ediyorlar?” diye ümit sahibi de oldum ama o ümitlerim çok kısa sürdü. 90’ların ikinci yarısında o ümitlerim sona erdi. Ama ben bırakın 15 Temmuz’u, 17-25 Aralık’taki girişime bile cüret edeceklerini hayal etmezdim.

90’larda neyi gördünüz de ümitleriniz son buldu?

Burada bir iyi niyet yok. Bir çıkar için örgütlendiklerini görüyorsunuz. Daha çok da ekonomik çıkar vardı benim aklımda. Bunları bir çeşit masonik örgütlenmeye benzetirdim o zamanlardan beri. Bunu birkaç defa da yazdım. Bir dayanışma örgütü; birbirlerinden gizlice haberdarlar ve kendilerinin dışında kimseye iş vermiyorlar. Bir ekonomik güç oluşturuyorlar. Böyle bir yapı kuruyorlar. Devletin içindeki örgütlenmelerini de hep kendilerini koruma çabalarına yorardım. Meğerse öyle değilmiş.

Tabii Türkiye’de eşitsizliğin ya da beyaz Türk ve diğerleri arasındaki farkın sembolik siyasi yönleri var. Aynı mahallelerde dolaşmamak, aynı konserlere gitmemek, aynı şekilde giyinmemek, aynı kitapları okumamak, aynı okullardan mezun olmamak gibi sembolik ya da siyasi, kültürel, sosyal alanda kalan boyutu var bu işin. Bunun temeli bence bir eğitim, iki ekonomik farklılıklar.

Ben FETÖ’nün de toplumdaki temel ayrımın aslında buradan geldiğinin farkına vardığını, sermaye biriktirmeye ve ekonomik güç oluşturmaya çalıştığını, dışlanmış kesimleri yukarıya taşımak için eğitime ağırlık verdiğini düşünürdüm. Tam da öyle değilmiş. Bir miktar bu amaca hizmet ediyor ama kendi içinde kapalı devre çalışan dar bir yapıymış. Şimdi onu daha net görüyorum.

Bu örgütün bu kadar tehlikeli olduğunun farkına ne zaman vardınız?

7 Şubat 2012’deki MİT krizinde oldu. Ben o zaman hayretler içinde kaldım. Erdoğan hükümeti neden yeterince sert hareket etmedi? Çünkü o çok keskin bir ideolojik ayrılıktı. O sırada başbakan olan Erdoğan, “Bu bir vesayet girişimidir” diyerek çok doğru bir teşhiste bulundu. Gerçekten de öyleydi. Eski Türkiye’yi hatırlatan bir vesayet girişimiydi. Sen savcıların eliyle, “PKK ile şu veya bu yolla görüşmeler yürütmek vatana ihanettir, teröre destek olmaktır” diyorsun ve bundan ötürü soruşturma başlatıyorsun. MİT Müsteşarı ya da eski müsteşar gitse tutuklanacaktı çok büyük ihtimal. Sadece tutuklanmakla da kalmayacaktı. O davanın iddianamesinde hükümetin politikaları yargılanacaktı. Bunu gördükleri halde neden duraksadılar ve bu 17 Aralık sonrası başlayan mücadeleyi o gün başlatmadılar? Benim için bu hala bir soru işaretidir.

Erdoğan Olmasaydı Darbe Girişimi Başarıya Ulaşırdı

Diğer taraftan tam tersini söylemek de mümkün mü? Yani sanki 17-25 Aralık sürecinden sonra uzun bir müddet Erdoğan yalnız başına mücadele etti.

Tabii bu örgüt hakkında bildiğimiz bilgilere o gün sahip değildik. Erdoğan da sahip değildi büyük ihtimalle. Erdoğan’ın eleştirdiğiniz bir sürü yanı olabilir ama bir yanı var ki ben çok takdir ediyorum: “Bu güç bana halkım tarafından verildi, ben bunu halkımdan başkasıyla paylaşmam” diyor. Bunu askere de söylüyor, Fetullah Gülen’e de söylüyor. Bu şekilde düşünmüyor olsaydı, “Ben vatandaştan yetki aldım, bir gücüm var ama bu güç belli şartlar altında kısıtlanabilir canım ne olacak” diye düşünüyor olsaydı, temel konularda tavizkar davransaydı belki de ‒takdir ettiğim bir siyasetçidir ama‒ Süleyman Demirel’den çok da farkı kalmazdı. Yani “Bu testi çatlamasın, boş ver idare edelim vaziyeti” deseydi Tayyip Erdoğan bugünkü Tayyip Erdoğan olmazdı. 15 Temmuz darbesi de başarılı olurdu.

FETÖ devlette nasıl bu şekilde örgütlendi?

Bence şöyle: Ben o günleri çok iyi biliyorum, yakından izledim Ankara’yı. AK Parti iktidara geldi. Kendisine açıkça düşman bir devlet vardı. Sadece Dışişleri ve Hazine bürokrasisi görece daha az düşmanlık yaptı. Bunlar dışında AK Parti, Tarım Bakanlığı dahil her yerde duvarlara çarptı. Bu duvarları nasıl deleceksiniz? Mevcut müsteşarı, genel müdürü ve genel müdür yardımcısını görevden alacaksınız, yerine de birini getireceksiniz. O zaman da Ahmet Necdet Sezer engeli çıktı. Bir sürü atamayı gerçekleştiremedi. Bu bir inatlaşmaya, siyasi kavgaya dönüştü Kemalist kesim ile AK Parti arasında ve bir çıkmaz sokağa girildi. Orada bence Fetullahçılar bu fırsatı çok güzel kullandı. “Biz varız. Hem eğitimli, yetkin hem alnı secde görmüş adamlar hem de devletteler. Al bizim çocukları” dediler. İşte kritik kütle böyle oluştu. Türkiye’nin devlet yapısı normal olsaydı, AK Parti’nin iktidara gelmesi de normal bir iktidar değişikliği olsaydı bence bu denli büyük bir hasar açılmazdı.

Bir başka şey daha var. Biz devletimizi Fransa’yı örnek alarak kurmuşuz. Fransa kendi idari yapılanmasını zaman içinde beş, altı defa çok köklü reformdan geçirmiş ama biz hiç değiştirmemişiz. Devlet idari yapılanmamamızda 19. yüzyıl anlayışı bugün dahi devam ediyor. 50’li ve 60’lı yıllara kadar en kalitelileri, en iyi eğitimlileri devlete alabiliyormuşsunuz. 70’lerin ikinci yarısından itibaren bu durum öyle değil. Yani Boğaziçi Üniversitesi’nden, ODTÜ’den, oradan buradan en iyi öğrenciler artık devlette çalışmıyorlar. Ya kendi işini kuruyor ya da özel sektör şirketinde çalışıyor. Size kim kalıyor? B kadrosu, C kadrosu… Bu arada devletin ana insan kaynağı olan siyasal bilgiler fakültesinin mezun kalitesi giderek düşüyor. Sonunda geldiğimiz yer burası. Yani toplam olarak Türkiye’de eğitim sisteminin çökmesinin sonuçlarından bir tanesi de FETÖ.

FETÖ İle Yurt Dışında Mücadele Öncelenmeli

Kamuoyunun FETÖ ile ilgili bir soru işareti yok ama sizce örgütün tasfiyesi gerçekleşti mi tamamen? Bir de bu işin diaspora tarafı var. Buna ne diyorsunuz?

Bence bu konuda güçlü bir mücadele yürütülüyor ama sanki birtakım taktiksel hatalar da yapılıyor. Bir kere ortada çok somut bir suç var. O gece darbeye teşebbüs eden 6-7 bin kişi var. Hakikaten bir an önce mahkemenin önüne bunların iddianamelerinin çıkması lazım. Tamam, FETÖ ile ilişkisi olduğunu düşündüğümüz yüz binden fazla insanı devletten uzaklaştırdık. 20 binden fazla insan tutuklu, bir o kadar insan gözaltında. Ama sanki bu işin iletişiminin odağını kaybediyoruz. Yani şu anki FETÖ tasfiyeleri ve o tasfiyeler içindeki olası haksızlıkları konuşuluyor da darbe girişimi daha az konuşuluyor sanki. Bu bence iletişim açısından yanlış bir strateji. Doğru odağı konuşmaya devam edebilmemiz lazım. Bu iletişim stratejisini de hükümetin yönetebiliyor olması lazım. Şu anda bir şey yönetiliyormuş gibi gözükmüyor.

Eminim iyi niyetli bir sürü çaba sarf ediliyor ama bazı konulara odaklanılması lazım. O odaklar sanki kayıyor. Evet mücadele konusunda devletteki memurları da bir an önce temizlememiz lazım ama mesela, “Önce Tarım Bakanlığını mı temizleyelim yoksa yurt dışındaki okulların mı bir an önce el değiştirmesini sağlayalım?” dediğimizde ben yurt dışındaki okullar derim. Oysa yurt dışındaki okullarla ilgili çok fazla bir şey yapılmıyor da Tarım Bakanlığı temizleniyor bu arada. Tamam, temizlensin, bir sakıncası yok ama dediğim gibi sınırlı olan gücümüzü daha odaklı bir şekilde kullanabilmeliyiz. Sanki böyle birtakım yerlere takıldık kaldık ya da bir şeyi yeterli görmeye eğilimliyiz gibi bir his var içimde. Bu çok doğru değil. Burada ideolojik bir temizlik de dahil mutlak bir temizlik yapılmalı. Dolayısıyla FETÖ’nün karşısına da iyi bir fikir konmalı. “Bunlar gayrimeşrudur, suçludur” demenin ötesine geçen bir fikir koymamız lazım. O fikir de henüz konmuş değil.

Ne olabilir o fikir?

O fikir bence demokrasi fikridir. Bunun daha kuvvetli söyleniyor olması lazım ve gün geçtikçe sanki bu konuda bir aşınma yaşanıyor, bir zaaf oluşuyor.

“FETÖ’nün yurt dışı yapılanması, diaspora öncelenmeli” dediniz. Bundan tam olarak neyi kastediyorsunuz?

Şimdi bu FETÖ dediğimiz yapının iki tane büyük insan kaynağı var. Biri Türkiye içindeki okulları. Bu okulları kapattık, lisanslarını iptal ettik. Bir ölçüde geleceğe doğru bu işin akmasını engelledik. İkinci kaynağı ise yurt dışındaki okullar ve örgütlenme. Şimdi yurt dışındaki örgütlenmeye gelip onları çözmemiz lazım bizim. Bakıyorsunuz ABD’de 153 tane okulu var. Bu 153 okulu kontrol eden en azından 20 tane vakıf çeşitli Amerikan eyaletlerine dağılmış durumda. Bu vakıfları birbirlerine bağlayan iş adamı ağları var. Bu konularda mesela FBI’a yardımcı olmak üzere Türkiye’den birtakım grupların oturup çalışıyor olması lazım. “Bak bu vakıftaki şu adam şununla ilişkili, bunların para transferi şöyle olabilir” diye gidip FBI’a bilgi veriyor olması lazım. Bunun yapıldığından emin değilim. Benzer süreç Afrika ülkelerindeki okullar ve yapılanma için de işletilmeli.

Kalite Odaklı Eğitime Geçilmeli

Devletin yeniden inşası konusunda personellerin eğitiminin altını çizdiniz.

Evet, çünkü bizim problemimiz bu. Bizim eğitim diye bir problemimiz var. Yaygın eğitim problemi diye bir problemimiz var. Kaliteli eğitimi geniş kitlelere ulaştırmak gibi bir problemimiz var. Bu durumu çözmek için devlete mutlaka iyi eğitimli ve kaliteli insanları almamız lazım. Eğitim sorununu çözmezseniz bu sefer özel sektörü de etkilemeye başlarsınız. O yüzden ikisinin birlikte yürütülüyor olması lazım. Türkiye’nin bir silkinme haline girmesi lazım.

Milli Eğitim Bakanlığımızla ilgili çok sayıda önemli sorunumuz var ama bu sorunların en temelinde eğitim felsefesi, eğitim meselesine bakış açısı var. O bakış açısı değişmedikçe, düzelmedikçe yani “altın nesil” yetiştirme ya da “benim neslim bu” denilecek bir “örnek nesil” yetiştirme çabası sona ermedikçe, bunun yerine eşitlikçi bir eğitim sistemine geçilmedikçe bence biz eğitim sorunumuzla başa çıkamayız. Milli Eğitim Bakanlığımızın en önce bu felsefi bakışa evrilmesi hatta belki yasasına yazması lazım. Ancak o zaman kalite odaklı bir eğitime geçilebilir.

Bir taraftan da şu an 17 milyon öğrenci, 1 milyona yakın öğretmen var. Bunlar bu sınıfların içinde otururken köklü bir değişiklik yapmak kolay mı?

Tabii ki yapılabilir. Çünkü eğitimin özü değişmiyor ki. Eğitimin özü dediğiniz şey üç tane ders. İlköğretimde ve ortaöğretimin ilk aşamasında matematik, fen ve kendi ana dilindeki temel becerilerden söz ediyoruz. Baktığınızda bizim derslik ve öğretmen başına düşen öğrenci sayılarımız dünyanın en iyi ortalamalarından biri. Buna rağmen niye başaramıyoruz? Bu sorunun cevabının samimiyetle verilmesi lazım.

Belki orada da FETÖ’nün etkisi var. En güçlü oldukları alan orasıydı çünkü.

FETÖ ile mücadele etmek istiyorsan senin bu alana sahip olman lazım. Şimdi şöyle bir işyeri düşünelim: 40 bin kişi işe alınacak. Böyle bir şey olabilir mi? 40 bin kişi birden bir işe nasıl alınır? Biz işe birini alacağımız zaman on defa mülakattan geçiriyoruz. Emin olduktan sonra alıyoruz. Yani siz 40 bin kişiyi nasıl seçiyorsunuz? Şu yapılabilse: MEB öğretmen maaşlarıyla ilgili bütçesini büyükşehir olan yerlerde belediyelere, büyükşehir olmayan yerlerde il özel idaresine devretse ve işe eleman alımını onlar yapsa mesela. MEB bunun kriterini belirlese; öğretmenler KPSS’den şu puanı alacak, şu standarda uyacak… Birtakım yerlere de diyelim ki Hakkari’ye, Ağrı’ya, Bitlis’e gitmiyor mu adam? Oralara yüzde 10-15 gibi fazla maaş uygulama yetkisi ver. Bu belki sorunlarımızı büyük ölçüde çözer. Belediyeler öğretmenleri ve okullarının kalitesiyle de birbirleriyle yarışsınlar. Seçime girdiğinde belediye başkanı bunu da anlatsın. Bu yöntemlerin hiçbirini düşünmüyor bile devletimiz.

Bu bağlamda dünya ile rekabet edebilen şirketlerimizin olmayışını göz önünde bulundurursak özel sektörün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi şöyle: Siz bir siyasi partisiniz, yüzde 50 oy alıyorsunuz, ülkeyi yönetiyorsunuz ve istiyorsunuz ki gelecek seçimlerde de o kadar oy alayım, olabildiğince uzun bir süre ülkeyi yönetmeye devam edeyim. Gayet doğal bir arzu. Peki bunu nasıl sağlayacaksınız? En sonunda vatandaşımızın refahını artıramıyorsanız bunu sağlayamazsınız. Oy kaybedersiniz günün birinde. Evet bugün siyaseten rakibi yok, belki daha güvenli bir konumda olabilir AK Parti ama yarın da rakibi olmayacak değil. Dolayısıyla sizin kafanızı refah üretmeye çalıştırmanız lazım.

Nitekim bütün Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de yapabildikleri kadarıyla kafalarını buna çalıştırmıştı. Refah üretmenin de böyle sihirli yolları yok. Bunun dünyada bilinen yöntemleri var, Türkiye’nin de bildiği ve uyguladığı yöntemler. Bir kere Türkiye’nin ürettiği ürünlerin katma değerini artırması lazım. Basit bir ifadeyle ürettiği ürünlerden daha çok kar etmesi lazım.

Avrupa’nın en büyük iki televizyon üreticisi Türkiye’de. Peki bunlar televizyon başına kaç para kazanıyor acaba? Uzakdoğu’nun iki televizyon üreticisi televizyon başına ne kadar kazanıyor? Onlar niye daha yüksek bir kar ve katma değer oranıyla çalışıyorlar da bizim buradakiler niye daha düşük bir katma değerle yetinmek zorunda kalıyor? Buna bakmamız lazım. İşte burada inovasyon, buluş ve patent sayısına bakıyorsunuz. Yani buradaki televizyon üreticisi kendisine ait olmayan patentlerle üretim yaptığı için o patent sahiplerine telif hakkı ücreti ödüyor. Onu ödediği için de televizyon başına elde ettiği kar düşüyor. Halbuki diğeri kendi patenti ile yaptığı için televizyon başına daha fazla kar edebiliyor. Dolayısıyla siz aslında kötü bir şey değil yine televizyon üretiyorsunuz, pazarlıyorsunuz ama çok yüksek bir riski çok küçük bir kar oranıyla taşıyorsunuz.

Aynı şey tekstiliniz, otomotiv sanayiniz, her türlü endüstri dalınız için de geçerli. Peki nasıl yapacaksınız da daha yüksek katma değerli şeyler üreteceksiniz? Bunun için daha becerikli bir insan kaynağına ihtiyacımız var. Eğitimin durumu belli. Her yıl liseden 1 milyon öğrenci mezun ediyoruz. Bunun sadece yüzde 10’u dünyadaki yaşıtlarıyla yarışabiliyor. Daha vahimi yüzde 60’ı niteliksiz işlerde çalışıyor. Bu kalitede o yeterlilikte insanlar çıkarıyorsunuz. Bunu değiştirmediğiniz sürece sanayinizin kaderini de düzeltemezsiniz. Bunu yapamadığınız zaman refah da üretemezsiniz.

Bu şartlarda 2023 hedeflerine nasıl ulaşır Türkiye?

Birkaç yıl önce Fransa, “Ben plastik kaşık, çatal, tabak ve bardakların üretimini yasakladım” dedi. Bunu çevreyi çok sevdikleri için mi yapıyorlar? Evet bir yanıyla o, bir yanıyla karbon hedeflerini tutturmak için endüstrisini geliştirmek zorunda ama bir yanıyla da şu: Başka bir endüstrisine yol gösteriyor Fransa. Diyor ki, “Geri dönüşümlü bir üretim biçimi var, bu şekilde üretirsen kabul ederim.” O zaman Fransa bu sanayisine bir şekilde dolaylı teşvik vermiş oluyor aslında. Bir tarafın önünü kapatıyor diğer bir tarafın da önünü açıyor ve bu sanayinin gelişmesini istiyor. Şimdi hükümetlere düşen böyle görevler.

Türkiye’nin insansız hava aracına acil ihtiyacı oldu. ABD’den alamadı. İsrail’den almak istemedi. “Bunu kendimiz yapabiliriz kardeşim” dedi. Şimdi iki tane özel sektör şirketi bunu yapıyor. Biri de Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na ait bir şirket. Devlet bir şeyi teşvik etmek istediği zaman böyle teşvikçi olabilir. İllaki birisinin cebine para koymamız gerekmiyor. “Ben böyle şeyleri satın alacağım” ya da “Şunları yasaklıyorum, şunları serbest bırakıyorum” dediğiniz zaman da bir alanda bir teşvik yaratmış oluyorsunuz.

Şunu diyebilir hükümet: “Otomotiv endüstrisi benim için çok kritik bir endüstri. İhracatımın yüzde şu kadarı otomotive gidiyor. Ben artık otomotivde ticaret açığı değil ticaret fazlası veren bir ülke olmak istiyorum. Otomotiv ithalatı, otomotiv ihracatının yüzde 80’inden daha fazla olamaz” diye bir kural koyabilir mesela. Bunu koyduğu zaman Türkiye’deki otomotiv üreticileri mecbur kalacak başka yollar bulmaya. Ya da mesela, “Ben temel tasarımı Türkiye’de yapılmış elektrikli otomobile, araç başına 1.000 dolar teşvik vereceğim, hadi bakalım, yapın” diyebilir. Belki de yeni bir endüstri dalı çıkar Türkiye’de.

Memlekette Siyaset Konuşmak Kolay

Yazılarınızın önemli bir kısmı AR-GE, inovasyon gibi konular üzerine. Bu ilgi alanını nasıl elde ettiniz? Nerede başladı?

Benimki komik bir şeydi. Radikal’de uzun bir süre haftada yedi gün yazdım. Yedi gün de siyaset yazınca insan boğuluyor. Bir sürü insan pazar günleri aşk ya da popüler kültür üzerine değişik şeyler yazıyor. Bir ara ben pazar günleri Ankara Ligi’nde yazılar yazardım. Oradan da sıkıldım. Çocukluğumdan beri popüler bilim kitapları okumayı çok seven, bilimle çok haşir neşir olmaya çalışan birisiyim. O sıralar okuduğum kitapları yazmaya başladım. Bilim yazdıkça da reel sektörden bu yönde bir talep aldım. Birtakım şirketler beni davet edip “Bak biz burada böyle şeyler yapıyoruz” diye anlatmaya başladılar. Bu sefer onları yazmaya başladım. Bu sefer sanayi politikaları, inovasyon ve AR-GE ile de ilgilenir oldum. Böylece bana kendiliğinden yeni bir alan açılmış oldu. Türkiye’de böyle bir boşluk vardı. Doldurduk diyemem çünkü daha çok dolması gerek. Bizim daha çok böyle şeyleri konuşmamız lazım. Biz Türkiye’de bugünü ve dünü konuşmaya çok fazla enerji harcıyoruz ve yarını konuşmaya, yarınla ilgili hayaller kurmaya çok az enerjimiz kalıyor. Halbuki tam tersini yapmalıyız. Dünü çok daha az, yarınla ilgili hayallerimizi daha çok konuşabilmemiz lazım. Yani siyaset konuşmanın kolaylığı var memlekette. Tamam, konuşalım, bunlar da önemsiz konular değil ama bence bir ülke var olan entelektüel enerjisinin büyük çoğunluğunu siyasete harcamamalı.

Atatürk ya da Abdülhamid Tartışmak Anlamsız

Geçmişte olan bitmedi galiba hala?

Geçmişi de çok objektif gözle konuşmuyoruz. Belki o yüzden geçmişle ilgili sloganlara dayalı, çok basit, indirgemeci birtakım peşin kabuller var. Entelektüel kapasitesi var diyebileceğimiz insanlar arasında bile çok yüzeysel peşin kabuller var. Halbuki insan peşin kabullerin ötesine geçebilmeli. 2016 yılında Atatürk ya da Abdülhamid tartışmak bana çok anlamsız geliyor. Anabilirsiniz, çok beğeniyor olabilirsiniz ama tartışmak ne? Ölmüş bunlar, ne yapmışlarsa yapmışlar. Yaptıklarını da değiştiremezsiniz artık. Beğenirsin beğenmezsin, o sana kalmış ama tartışmak nedir? 1930’u mu tartışacağız,1890’ı mı tartışacağız tekrar? Diyelim ki tartıştık nasıl değiştireceğiz ki onu?

Bir hesaplaşma değil mi?

Tamam da neyin hesaplaşması. Ne ile hesaplaşmak istiyorsan onu bugünde yap. Tabii geçmişten gelen bir sürü sorunumuz var, bir sürü mağduriyetimiz var. Bunların hepsi doğru ama bunları dönüp geçmişte konuşmak bana çok yapıcı bir tavır gibi gelmiyor. Daha doğrusu çözüm bulmaya yönelik gibi gelmiyor. “Bu konular kalıcı olsun ve biz bunları sonsuza kadar konuşmaya devam edelim” gibi bir arzu var insanların içinde. Halbuki çöz problemini, geleceğe bak.

“Unutursak kalbimiz kurusun” deniyor…

Unutma! Niye unutasın! Ama aynı hararetle tartışmanın bir alemi yok. Ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde bir Dersim tartışması açtım. Onun üstüne İsmet Paşa’nın torunu Gülsüm Bilgehan da bir açıklama yaptı. Açıklamasının içinde, “Bu bir tedip yani terbiye etme harekatıydı” diyor. Ben de döndüm Meclis kayıtlarına baktım. Zamanın İçişleri Bakanı Dersim hakkında yaptığı açıklamada, “Bu bir cezalandırma ve terbiye verme harekatıydı” diyor. Şimdi bunu o günün adamı zaten söylemiş. Tekrar çıkıp aynı şeyi söylemenin bir anlamı yok ki. Savunulacak bir tarafı olan konu değil bu. Konuşma, geç yani. Doymak bilmeksizin konuşmak istiyor insanlar.

Biraz da medya konuşup bitirelim. 30 senenin üzerinde medya tecrübeniz var. Hem televizyon hem de gazete tarafında bulundunuz. Nasıl görüyorsunuz medyanın bugünkü halini?

İyiye gidiş yok. Ben medya ile ilgili hep şu futbol benzetmesini yapıyorum: Takımın her tarafı aksıyor, takım savunmasını yapamıyor, ileri uçtakiler defansa gelip yardım etmiyor, defans zaten delik deşik ve kaleci de kolay gol yiyor. Medya biraz o kaleci gibi. Biz dönüyoruz kaleciyi suçluyoruz. Halbuki görüşlerin oluşması, olgunlaşması ve bir neticeye ulaşmasında bir sürü mekanizma var. Sivil toplum mekanizması var, siyaset mekanizması var, üniversitesi var, aydınları var. Bunların hepsi birden medyadan isteniyor. Memleketin iyiliği de medyadan isteniyor. Kötülüğünün müsebbibi de medya görülüyor. Medya da sonuçta cürmü kadar yer yakan bir yerdir.

İkincisi bizde medya bazı denemeler dışında hiçbir zaman aslında siyasetten bağımsız olmamış. Hep bir siyasi görüşü savunmak ve dolayısıyla bu siyasi görüşün dışında kalan görüşleri de eleştirmek hatta yok etmek için var olmuş. Bizim gazetelerde başyazar var. Neden? Çünkü o başyazarın bir fikri var ve o fikri savunmak için de bir gazete, bir dergi, gücü neye yetiyorsa onu çıkarıyor. Yani “İnsanların bilgiye ihtiyacı var, o bilgiyi onları sağlayayım” ki kendi kararlarını oluştursunlar diye çıkmamış hiçbir gazete. Hep bir fikir var. Onun etrafında da bir gazetemiz var diye çıkmış. Öyle olunca da gerçeği eğmek, bükmek, o fikre uygun hale getirmek, o fikre uygun değilse yok kabul etmek ya da alabildiğine eleştirmek gayet meşru ve normal bir durum gibi görülmüş Türkiye’de.

Bunun bir istisnası var. Türkiye’de 80’li yılların ikinci yarısından itibaren medya ticaret içinde var olduğunu hatırladı. Yani para kazanması ve karlı olması gerektiğini, bunun için de daha “tarafsız” olması gerektiğini hatırladığı bir dönem oldu. Ama orada bile bu tam sağlanamadı. Baktığınızda medya kendi içinde de ticari olarak iyi bir sınav veremedi. Yani ticaret olarak sürdürülebilir bir karlılığa nasıl ulaşacağını bir türlü bulamadı. Bunun için aslında temel gazetecilik yapması gerekiyor. Temel gazeteciliğe yatırım yapacağına star olacağı varsayılan köşe yazarlarına yatırım yaptı. Muhabirlere, haberin kendisine yatırım yapmamayı tercih etti. Onun yerine o parayı da promosyona harcadılar. Şimdi nereye harcıyorlar bilmiyorum ama gerçi çok para var mı onu da pek zannetmiyorum.

Dolayısıyla bağımsız haber vermeyen böylesi bir medya ortaya çıktı. Bir de yok “yandaş medya”, yok “muhalif medya”, yok “bilmem ne medya” diye kendi arasında da ayrıldı. Ama bütün o sıfatları bir kenara bırakıp önünüze on, on beş gazeteyi dizdiğinizde bütün haberlerin birbirine benzediğini görürsünüz. Bütün haberler iki ya da üç kaynaktan geliyor. Esas vahim olan vatandaş için budur. Yani “basın özgürlüğü” falan deniyor ama vahim olan şey bilginin iki ya da üç kaynaktan sağlanması ve o kaynaktan sorgusuz sualsiz kabul edilerek gazetelere basılıyor olmasıdır. Bu sorun kalıcı.

Radikal, FETÖ’nün Tuzağına Düştü

Genel yayın yönetmenliği de yaptınız, bununla ilgili bir denemeniz oldu mu? Nasıl başarılı ya da başarısız oldu?

Ben daha çok muhabire yatırım yapmaya çalıştım. Muhabirlerin biraz daha gazetede görünür olmalarına ve kendi haberleriyle gelmelerini sağlamaya çalıştım. Bir ölçüde başarılı olduk. O yüzden Radikal bir ölçüde ayrıldı diğer gazetelerden ama bir gün geldi ‒birazcık da FETÖ’nün tuzağıyla‒ Ergenekon ve Balyoz davalarının içine girince yeniden herkesle aynı gündemin içine daldık ve oradan da kaybettik zaten. Bence eğer haber alma ihtiyacı insanlar için temel bir ihtiyaç ise bu ihtiyacın adam gibi karşılanabiliyor olması gerek. Ve farklı farklı kaynaklardan karşılanması lazım. Türkiye’de maalesef bu kaynaklar çok azaldı. Yani bunlar birkaç tane haber ajansıdır. Gazetelerin kendi muhabirleri yok gibi bir şey.

Şu an sizce bir sermayedar medya sektörüne girer mi?

Girmez. Başka bir ekonomik güçlük daha var. Baktığınızda 78 milyon nüfuslu koca ülke fakat bu ülkenin yarıdan biraz daha fazlasının aylık geliri 1.000 lira bile değil. Öyle olunca da gazete alacak pek bir paraları yok. Paraları olsa dahi gazeteye ihtiyaçları yok. Çünkü gazeteden alacakları bilgi onların hayatına bir etkide bulunmayacak. O bilgi sayesinde nereye yatırım yapacağına karar vermeyecek. O nüfusun kabaca yarısının bu bilgiye hiç ihtiyacı yok. Baktığınızda Türkiye’de okuma oranları nüfusun artışına göre çok az değişmiş. Yani satın alma gücü düşük bir toplumda yaşıyoruz.

Diğer bir sebep de gazetelerin bilgi vermekten giderek uzaklaşmaları. Çünkü benim oradan edineceğim bilgi hayatımda bir işime yaramayacaksa, en azından şu kafede gelip ukalalık etmemi bile sağlamayacaksa niye okuyayım. Ki bu da önemli bir fonksiyonudur gazetelerin yani insanların malumatfuruşluk yapmalarını sağlar. Mesela ben sabahları altı tane gazete okuyorum. Buradan kalkıyorum, eve gidiyorum, bir de Guardian gazetesini okuyorum. Altı gazeteden öğrendiğim şey ile o tek gazeteden öğrendiğim şey arasında dehşet fark var. Ki tamamını okumuyorum. Diğerlerinin spor sayfalarına kadar tamamını okuyorum. Burada altı gazeteden etrafıma anlatacak bir ya da iki şey çıkarken Guardian’dan on tane şey çıkıyor etrafıma anlatacak. Bu çok önemli bir fark bence.

[Kriter, 1 Ekim 2016].


Etiketler »