Türkiye yakın geleceğini belirleyecek en önemli kavşağın önünde bulunuyor. Taksim Gezi Parkı’ndaki çevreci bir eylemden bambaşka bir hal alan protestolar AK Parti hükümetinin iktidarı süresince toplumun nirengi noktalarına dokunmaktan çekinmemesi hasebiyle bugünkü görünümünü aldı. Protestoların geldiği noktada, olayları küçümsemek ile protestolardan devrim çıkarmak arasında yapısal olarak hiç bir fark yoktur. Herhangi bir ülkede, insanlar sokaklara dökülüyorsa, ortada bir kriz var demektir ama unutulmamalıdır ki krizin kendisi, ancak ve ancak onu çözüme kavuşturabilecek olan koşulların var olduğu yerlerde ortaya çıkar. Türkiye siyasetin geleceği bu krizin nasıl bir siyasal yaratıcılığa dönüşeceği ile yakından ilgilidir.
Her ne kadar katılımcı portföyüne ve eylemlerin gelişim tarzına bakıldığında Türkiye için yeni bir olay gibi gözükse de yaşananlar bir krizdir ve hiç de ilk defa karşılaşılan bir durum değildir. 2007 yılında Genelkurmay laik bir Cumhurbaşkanı istediğini internet sitesinde duyurduğunda da, 2008 yılında AK Parti’yi kapatma davası açıldığında da ülke bir krizin içine sürüklenmişti. Bu krizleri atlatarak, siyasi arenada AK Parti’yi bugünlere getiren en temel motivasyon bu krizleri demokrasi sathında tutarak tavizler vermek yerine demokratik açılımlarla topluma yeni bir ivme kazandırmasında yatmaktadır.
Eğer ki gösterileri polisin aşırı güç kullanımı ve Başbakan’ın üslubu gibi tetikleyici sebeplerin ötesinde alttan akan daha güçlü bir akım olarak, Türkiye’nin sosyolojik fay hatlarının daha görünür bir hal alması, siyasi ara mekanizların çökmesi ve muhalefet yapıcılığının etkisizleşmesinden kaynaklanan bir gelişme olarak okursak, bu noktada eylemlerde biriken enerjiyi yeni siyasi tartışmalara çevirmek, her kesimin yararına bir gelişme olacaktır. Gösterilere dair yapılan analizlerde devrim ve direniş güzellemelerine ve yeni kuşağın otoriterliğe geçit vermediğine dair yapılan analizler eğer bir son bulursa, buradan siyasi olarak nasıl bir sinerjinin doğacağına ya da gösterilerin asıl sebebi olan derin kırılmalara dair tartışmalar bizi doğrudan yeni Türkiye’nin dinamkilerini sorgulamaya itecektir.
Türkiye’de uzunca bir süredir çocuklarına anlatabilecekleri direniş öykülerinden mahrum olan insanlar ellerine geçen bu fırsatı sonuna kadar kullanmakta ısrar ediyorlar. Fakat yapılan yorumlar Türkiye özeline dair pek bir şey söyleyemiyor. Dünyanın hiç bir coğrafyasında insanlar Başbakan’ın üslubu yüzünden günlerce sokağa dökülüp polisle çatışma içine girmezler. Bu kadar insanı sokağa döken şeyin arkasındaki motivasyon ve birikmişliği tam da ülkenin geleceğine dair ışık tutan dinamikler olarak okumak zorundayız. Devrim seviciliği ne zaman son bulursa, bu gösterilerden iktidar başta olmak üzere, muhalefetin, sivil toplumun, eğitim politikalarının ve üniversitelerin ve daha bir çok kurum ve mekanizmanın bu gösterileri ciddiye alarak adım atmaları gerekmektedir. Bu kadar birikmişliğin olduğu bir toplumda, özellikle siyasi akıl anayasa yazım sürecindeyken, bu türden olayların yaşanması kolaylıkla fırsata dönüştürülebilir bir kriz görüntüsü vermektedir.
Anayasa uzlaşma komisyonu başta olmak üzere, yeni anayasa sürecinde katkısı buluna(cak)nlar için artık meşruiyetini ve bir çok maddesinin dayanağını 27 Mayıs ihtilalinden alan 12 Eylül anayasası üzerinden maddeleri tartışmak yerine toplumun yeni dinamiklerini gözeterek sil baştan bir arayışa girmenin zorunluluğunu ortaya koydu. Kemalist modernleşmeci aklın getirdiği düzenin ve reflekslerin yerine evrenseli kuşatan özgün anayasal değerler temelinde bir aidiyet geliştirmenin tam zamanı. Türkiye’nin çokkültürlü yapısı üzerinden toplumun Türk-Kürt, Alevi-Sünni ve Dindar-Laik kutuplaşmasının yanına çevre duyarlılığı, önümüze gelecek bir sorun olarak bekleyen göçmen politikaları, siyasi mekanizmaya sivil katılımı önceleyen katılımcı demokrasi anlayışını düzenleyen tarihsel duyarlılığı yüksek bir metne imza atmanın yollarını açan bir anlayışa geçiş yapmamız gerekmektedir.
Türkiye bir geçiş sürecinde yapısal kırılmalardan kaynaklanan bir kavşakta bekliyor. Bunun mikro düzeydeki kırılması olarak okunabilecek protestoların bundan sonraki geçeceği mecrayı kestiremeden soyut kavramlar üzerinden direnişe devam etmenin sıkıntısını Adorno’dan bir alıntıyla bitirmek manidar olacaktır: “Arzuyu, kendi babasını katleden düşünce, ahmaklığın intikamına uğrar.”