Neoliberal öğretinin şekillendirdiği finansal küreselleşme anlatısı içinde çokça tekrar edilen bir tema vardır. Buna göre ulusal piyasalar teknolojik gelişmeler ve liberalleşme adımlarıyla entegre oldukça sermaye sahipleri ve yatırım fonlarının opsiyonlarını reel zamanda değerlendirebilecekleri bir zemin oluşacaktı. Ayrıca sermayenin köksüz hale gelmesi ve küresel piyasa oyuncularının ortaya çıkması hem küresel çapta ölçek ekonomileri yaratarak maliyetleri düşürecek hem gelişmekte olan ülkelere daha fazla sermaye akışı sağlayarak kalkınma çabalarını hızlandıracak hem de küresel refah artışına katkıda bulunacaktı.
Bu iyimser hikaye içinde küresel sermaye ve yatırım fonlarının kritik kararlarını şekillendiren ve sermaye akışının yönünü rasyonel kriterler çerçevesinde belirlemesi umulan kurumlar ise ülke ve şirket bazında risk değerlendirmeleri yayımlayan kredi derecelendirme kuruluşlarıydı. Anglosakson sermayesi ve siyasi karar alıcıları ile girift biçimde iç içe geçmiş üç bacaklı bir oligapol niteliği taşıyan derecelendirme sektörü Standard&Poor’s (S&P), Moody’s ve Fitch’in küresel kontrolüne dayalı olarak yıllardır operatif varlığını sürdürmekte. Ancak küresel ekonomide volatiliteye dayalı finansal kriz dinamikleri sıklaşıp objektif olması umulan derecelendirme süreçlerinin çarpıtıldığına dair algılar yaygınlaştıkça, bu oligapol yapıya verilen tepkiler de dünya çapında artıyor.
Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının Kredisi
Görünürde oldukça teknik ve standart ifadeler kullanan ve teknokratik bir imaj oluşturmaya çalışan bu kuruluşların Wall Street sermayesi ve Amerikan dış politika yapımcıları ile eşgüdüm halinde çalıştıkları sır değil. Dolayısıyla küresel ekonomik krizi tetikleyen Amerikan mortgage piyasasındaki Lehmann Brothers gibi devasa banka ve finans şirketlerinin onca toksik varlıklarına rağmen yüksek kredi notlarını koruyabilmeleri de şaşırtıcı değildi. Konunun detaylarını merak edenler 2015 yapımı Oscar ödüllü The Big Short filmine bir göz atıp finans şirketleri, yatırım bankaları ve derecelendirme kuruluşlarının mükemmel bir kriz ortamı oluşturmak için nasıl suç ortaklığı yaptıklarını izleyebilir. Dolayısıyla gerek ABD’de gerekse Avrupa’da küresel krizin yansımaları hala sürerken skandal kararları ve yanıltıcı değerlendirmeleri ile dikkat çeken kredi derecelendirme kuruluşlarının uluslararası çapta kurumsal kredibilitelerinin dip yaptığı belirtilmeli. Ama konu gelişmekte olan ülkeler olduğunda yine de neoliberal bir naiflik içinde bu kuruluşlara rasyonel ve objektif otoriteler gibi davranıp not indirimleri karşısında hemen ulusal hükümetleri suçlama eğilimleri ağır basabiliyor.
Türkiye de tıpkı Rusya ve Brezilya gibi özellikle Gezi ve 17-25 Aralık süreçlerinden bu yana ABD ve Avrupa’daki yaygın dezenformasyon ve dış politika tercihlerindeki stratejik ayrışma sonucu derecelendirme kuruluşlarının hedefe koydukları ülkelerden biri haline gelmiş durumda. S&P’nin 15 Temmuz darbe girişiminden hemen iki gün sonra, Moody’s’in ise iki ay bekleyip Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinin ertesinde Türkiye’nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına indirmesi konuyu tekrar gündeme taşıdı. Genel itibarıyla makroekonomik veriler ne olursa olsun Batı dünyası ile ilişkilerin daha uyumlu seyrettiği dönemlerde derecelendirme kararlarının görece daha insaflı, problemli seyrettiği dönemlerde ise daha acımasız olabileceklerini tahmin etmek zor değil. Özellikle Suriye savaşında YPG’yi kara gücü olarak niteleyip açıktan destekleyen ABD ile onu PKK terör örgütünün Suriye kolu olarak gören Türkiye arasındaki stratejik mücadele devam ederken, 15 Temmuz darbe girişimi gibi dış destekli istikrarsızlaştırma girişimlerinin ekonomik alana aktarılabilmesi adına kredi derecelendirme kuruluşlarının devreye girmesi şaşırtıcı değil.
Kriz Tetikleme Mekanizması
Ekonomi politik açıdan bakıldığında derecelendirme üzerinden kriz tetikleme mekanizması kabaca şöyle çalışıyor: Kredi derecelendirme kuruluşları makroekonomik verilerdeki zayıflamayı bahane ederek kredi notunu koordineli olarak düşürür. Tasarruf açığı sebebiyle sürekli dış finansman akışlarına ihtiyacı olan ülkelerde not indirimleri yabancı yatırımcı ve fonlara olumsuz sinyaller göndererek hem hızlı sermaye çıkışlarına sebep olur hem de yeni sermaye girişlerini engeller. Bunun sonucunda faizler hızla yükselir, ulusal para birimleri değer kaybeder ve enflasyonda sıçrama olur. Bu durum alım güçleri düşen seçmenler nezdinde ekonomik ve siyasi bozulma hissiyatı oluşturur ve iktidarın meşruiyetini aşındıran bir baskı etkisi kurar. Bu dumanlı ortamda siyaseti dizayn etmek üzere tasarlanan darbe ya da siyasi manipülasyon girişimlerini hayata geçirmek kolaylaşır.
Bu perspektifle bakıldığında Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz süreçlerinde Türkiye’de siyaseti farklı yöntemlerle dizayn etmek isteyen uluslararası çevrelerin bu defa bir ekonomik kriz senaryosunu gündemlerine almış olabileceklerini tahmin etmek zor değil. Ancak 2000’li yıllarda oldukça sağlam bir düzenleme ve denetleme mimarisi üzerine inşa edilen Türkiye ekonomisinin makro temelleri her türlü sarsıntılara karşı dayanıklılığını koruyor. Merkez Bankası ve ekonomi bürokrasisinin yüksek yönetişim performansı kriz yönetimi alanında güven verirken, dünya ekonomisindeki durağanlığa rağmen büyüme ivmesinin hala korunuyor olması da olumlu. Dolayısıyla derecelendirme kuruluşlarının önyargılı ve politik yorumlarının aksine ciddi yatırımcılar Türkiye’nin gelişmekte olan dünyada hala en çok büyüme potansiyeli taşıyan ekonomilerden biri olduğunun farkındalar.
Bütçesi fazla veren, G20 ve OECD içinde en hızlı büyüyen dört ülkeden biri olan, yanı başında Irak ve Suriye gibi iki çökmüş devlet ve güneydoğusunda yoğun terör saldırıları varken bir askeri darbe teşebbüsüne maruz kalan ve ekonomik yapısı hala direnen bir ülkenin şu ana kadar karşılaşmadığı bir risk kalmadığı söylenebilir. Ya da piyasa diliyle ifade edersek “olası bütün negatif durumlar zaten fiyatlanmış durumda.” Küresel finansal oligarşinin aparatları olan derecelendirme kuruluşları siyaseten kendilerinden beklenen görevi yerine getiriyor olabilirler. Bize düşen ise yapısal reformlara soğukkanlılıkla devam edip Türkiye’nin hem siyasi hem de ekonomik olarak potansiyeli yüksek bir ortak olduğunu küresel ortaklara duyurmaya devam etmek. Enseyi karartmaya gerek yok.
[Kriter, 1 Ekim 2016].