Ne kadar soruldu bu soru bilmiyoruz. Ama uzun zamandır sorulduğunu biliyoruz en azından. ABD'de kamuoyunun dış politikayla ilişkisi birçoklarına artık tavuk-yumurta ikilemini andırıyor. Hala kamuoyunun mu dış politikayı şekillendirdiği yoksa yönetimin mi dış politikayı enstrümantalize ederek kamuoyunu manipüle ettiği sorusu hala gündemde. Bu soru komplo teorilerinden filmlere, karşılıklı suçlamalardan dedikodulara uzanan bir şekilde kamuoyunun gündemini meşgul etmeye devam ediyor.
Şimdiye kadar yapılan kamuoyu araştırmaları ABD'de halkın öncelikleri arasında dış politikanın olmadığını istikrarlı bir biçimde ortaya koydu. Sandığa giden seçmen için de dış politika oy verme yönelimini direkt olarak belirleyen bir unsur gibi gözükmüyor. Aslında bundan da karışık bir durum dış politika zaferleri seçmen nezdinde bir karşılık bulamazken hezimetlerin faturası ağır oluyor. ABD'de son elli senede başkanlık seçimlerinde dış politika bir şekilde bu trendi sergiliyor. Bu süre zarfında bir dönem başkanlık yapan George H. Bush'un Soğuk Savaşı bitirmesi ve Körfez Savaşı'nda zafer kazanmasına rağmen seçimi dış politika tecrübesi sıfır bir Arkansas Valisi olan Clinton'a kaybetmesi bu durumun bir göstergesiydi. Seçmen kazandığı dış politika zaferlerine rağmen Başkan Bush'u ödüllendirmemişti. Ancak tıpkı Başkan Carter'ın büyük oranda yaşadığı İran Rehine Krizi sebebiyle seçimi kaybetmesinde olduğu gibi seçmen hezimetleri de faturasız bırakmadı. Bunun için belki Amerikan başkanları artık rutin haline getirdikleri kamuoyu yoklamalarında halka dış politik gelişmelerle ilgili olarak fikirlerini sormayı ihmal etmedi.
Bununla beraber başkanların önceleri iç politikada başları derde girip kamuoyu yoklamalarında popülerlikleri darbe almaya başladığı anlarda dış politikada giriştikleri dikkat dağıtıcı operasyonlarla durumu toparlamaya çalışması uzun zamandır en çok tartışılan mevzular arasında yer aldı. Michael Moore'un "Canadian Bacon" filminde en karikatürize şekilde sergilendiği gibi çıkarılan suni dış krizlerin toplum nezdinde başkanın statüsünü yükseltiyor oluşu hep konuşulan ama ispatlanması bir o kadar zor olan hususlar arasında yer aldı. Ekonomik kriz, skandal ve iç politik darboğazlar sırasında başkanların dış politikada attığı adımlar bu sebeple yakından takip edildi. Bu konuda çıkan dedikodulara karşı başkanlar sürekli olarak ulusal güvenlik ve ulusal çıkar açıklamaları ile baş etmeye çalıştı. Clinton'ın Monica Lewinsky skandalı sırasında giriştiği askeri müdahaleler kurgu yazarlarına dahi ilham verdi. Barry Levinson'ın "Wag the Dog" filminin aynı yıl içerisinde sinemalarda oynanmaya başlaması birçoklarına film ile gerçek arasındaki bağlantıyı tartıştırdı. Ancak durumun daha ötesi de vardı. Wag the Dog filminin senaryosu Larry Beinhard'ın kaleme aldığı American Hero romanına dayanıyor. Roman da temel olarak ABD'nin kazandığı Körfez Savaşı'nın George Bush'u ikinci dönem balkan seçtirmeye çalışan bir grubun kurgusu üzerine olduğuna dair bir komployu konu alıyordu. Savaş kurgusunu oluşturanlar bu süreçte Margaret Thatcher'ın 1982'deki Falkland Savaşı'ndan da ilham almışlardı. Daha sonraları bu iç politika dış politika ilişkisini Amerikan politikasını konu alan her filmde biraz gördük. "West Wing"den "House of Cards"a kadar Beyaz Saray'daki ilişkileri konu alan her film Amerikan başkanının dış politikayla ilişkisinde halka yaklaşımını anlattı.
[caption id="attachment_58437" align="aligncenter" width="660"] Beyaz Saray Oval Ofis'te evanjelik Hristiyan liderler ABD Başkanı Trump'a desteklerini bir ayin eşliğinde gösterirken. Eylül, 2017.[/caption]
TRUMP'IN DIŞ POLİTİKA ADIMLARI
Bu karmaşık dış politika ve kamuoyu denklemi son zamanlarda Trump yönetimi ile bir daha farklı bir şekilde gündeme geliyor. Bush döneminde Irak Savaşı'nın kamuoyunda yarattığı tepki Obama döneminde kamuoyunun Suriye'ye olası bir müdahaleye karşı olan soğukluğu, politikaları belirleyen önemli unsurlar arasında yer aldı. Ancak Trump ile birlikte kamuoyunun dış politikaya etkisi biraz daha farklılık göstermeye başladı.
Trump ilk etapta kampanyasında verdiği sözleri gerçekleştirmek ve kendi tabanından kopmamak için bazı hamleler yaptı. Bazı müslüman ülkelerden ABD'ye girişi yasaklamak bu verilen sözlerin ürünüydü. İran ile yapılan nükleer anlaşmanın askıya alınmasının önünü açacak hamleler de bunlar arasında yer alıyordu. Kampanyasında verdiği birçok sözün balkan olduktan sonra fizibilitesinin Trump'ı daha realist yapacağını düşünenler büyük oranda yanıldı.
Başkanlığının ilk yılının sonuna gelirken Trump iç politikada başka bir gerçeklikle karşı karşıya kaldı. Hakkında açılan soruşturmaların baskısını da hisseden Trump 2016 seçiminde tabanın mobilize olmasını sağlayan aşırı sağcı gruplarla arasına bazı anlaşmazlıkların girmesini takiben Evanjelist oyları daha fazla önemsemeye başladı. ABD'deki evanjelist gruplar ABD gibi sandığa gitme oranının oldukça sınırlı kaldığı bir ülkede sayılarından çok daha fazla bir etki yaratabilme imkanına sahip olabiliyorlardı. Bu gurpları memnun etmek konusunda Başkan Trump elindeki Kudüs kartını oynayarak bu grupların sadakatini kazanmaya çalıştı. Bu adım kendisi açısından oldukça olumlu bir sonuç verdi.
ABD'NİN GÜVENLİĞİ TARTIŞILIYOR
Türkiye ile ABD arasındaki kriz de Trump'ın dış politikaya bakış açısından payına düşeni aldı. ABD Başkanı'nın Kudüs kararının yarattığı kriz sürerken bu sefer de Evanjelistlerin gönlünü kazanmak için Türkiye gibi stratejik bir ortakla ilişkilerin getirildiği nokta oldukça sorunluydu. Önce Türkiye'den vize verilmesinin durdurulması daha sonra bu krizin bir şekilde aşılmasını müteakiben Brunson konusunda Ankara'yı tehdit eder ifadelerin sarf edilmesi hiç kimse tarafından iç politik kaygılar dışında açıklamadı. Daha sonra Türkiye'ye karşı uygulanan yaptırımlarla Evanjelist grupların yönetime katında elde ettiği etkinlik farklı tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu durum aslında iki farklı ama ilgili durumu ortaya koyuyor.
Öncelikle geniş ve tutarlı bir dış politika stratejisinin olmamasının ABD için yarattığı sonuçlardan biri olarak dış ilişkilerinde politika yerine tavır ve tutumlar ile ilerlemeyi tercih etmemesi ortaya çıkıyor. Bu tavırların refleksif bir şekilde sergilenmesi de ABD'yi uzun vadede stratejik anlamda sıkıntılı bir sürece sokuyor. Bunun yanında bu durumun ikinci sonucu olarak ABD yönetimleri iç politik baskıları daha fazla hissetmeye başlıyor. Stratejinin yokluğu bu iç politik kaygıların bazen neredeyse varoluşsal bir öneme sahip olması algısını da artırıyor. Stratejik anlamda öneme haiz ve yıllar süren bir çabayla oluşturulmuş ittifaklar bu süreçte bu kısa vadeli kaygılara kurban edilmeye başlıyor. Bu durum ABD'nin tüm dünyada bağlı bulunduğu ittifak networkleri içindeki güvenilirliği de fazlasıyla sorgulanır bir hale getiriyor. Neticede Türkiye ile ABD arasında yaşanan kriz sadece bu düzlemde değil bütün müttefikler arasında kendilerinin ABD ile ilişkileri bağlamında değerlendiriliyor. ABD bu kısa vadeli yaklaşım ve stratejik yoksunluk ile aslında kendini sorgulatan ve ittifak ilişkilerini oldukça derinden zedeleyen bir noktaya doğru ilerliyor.
[Kriter Eylül 2018 / Yıl 3, Sayı 27, Kılıç Buğra Kanat, ABD Dış Politikasında Evanjelizm]
.