Kamuoyu ilk defa bir anayasa değişikliği ile karşılaşmıyor. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana dört tane anayasa ve sayısız değişiklikler yapıldı.Her bir anayasa ve değişiklik paketi, oluşturulduğu dönemin siyasal ve toplumsal koşulları göz önünde bulundurularak hazırlandı ve yürürlüğe konuldu. 1921 Anayasası 1924'te yepyeni bir anayasa ile yer değiştirdi. Tek Parti dönemi boyunca neredeyse her CHP kurultayından sonra 1924 Anayasası değişikliğe uğradı. 1961'de askeri darbe sonrasında sadece Anayasa değil, siyasal sistem de değiştirildi. 12 Mart muhtırasından sonra 1961 Anayasası ciddi değişikliklere tabi tutuldu; özerk kurumların özerklikleri daraltıldı ve bireysel, toplumsal ve siyasal özgürlükleri daraltan düzenlemeler yapıldı. 12 Eylül darbesinden sonra yapılan yeni anayasa ile 1961'in özerk kurumlarının sistem içindeki ağırlığı mahfuz tutulmak kaydıyla, 12 Mart'ın açtığı otoriter zihniyet son haddine vardırıldı.
12 Eylül Anayasası da bugüne kadar 34 değişikliğe maruz kaldı.Görüldüğü üzere, kamuoyu anayasa değişikliklerine yabancı değil. Ancak yakın dönemde iki teşebbüs çok ciddi dirençlerle karşılaştı. İlk teşebbüs, AK Parti'nin 22 Temmuz seçimleri sonrasında gündemine aldığı yeni bir anayasa girişimiydi. Bu teşebbüs, 1961'den beri yürürlükte olan siyasal sistemin sinir uçlarına dokunduğu için, bürokratik vesayet ve sivil uzantılarının direnciyle karşılaştı. Her ne kadar, başörtüsü düzenlemesi ile kamufle edilmeye çalışılsa da, AK Parti'ye kapatılma davasının açılmasına esas gerekçe kılınarak geri püskürtüldü. İkinci teşebbüs ise AK Parti'nin bugünlerde müzakereye açtığı anayasa değişiklik paketiyle gerçekleşiyor. Bu teşebbüsün niye bu kadar ciddi dirençlerle karşılaştığını anlamak için, düzenlemenin Türkiye siyasal sistemi açısından ne anlama geldiğine bakmak gerekir.
Anayasa yapımında kritik eşikler Cumhuriyet dönemi anayasa yazımı tarihini, 27 Mayıs öncesi ve sonrası dönem olmak üzere kabaca ikiye bölmek mümkün. Bu çerçevede, 1921 ve 1924 anayasaları, öngördükleri siyasal sistem açısından aynı paradigmayı temsil ediyorlarken, 1961 ve 1982 anayasaları ve bu anayasalara ilişkin değişiklikler yine öngördükleri siyasal sistem açısından aynı paradigmayı paylaşıyorlar. 27 Mayıs'a kadar yürürlükte olan anayasalar, parlamenter sistem çerçevesinde egemenliği doğrudan millete kullandırtıp, seçimler aracılığıyla milleti ve temsilcilerini en önemli siyasal aktör olarak kurguluyorken, 27 Mayıs sonrasındaki anayasalar, yasama ve yürütmeyi bürokratik mekanizmanın vesayetine emanet ederek, millet iradesine 'anayasal kurumlar'ı ortak kılma kurgusu üzerine bina edildi.
27 Mayıs sonrası siyasal sisteme anlam veren uluslararası bağlam, başlangıcı veya bitişiyle soğuk savaş koşullarıdır. 2. Dünya Savaşı sonrasında 'özgür-demokratik dünya' kampında yer almanın ve iç dinamiklerin CHP'yi zorlamasının bir sonucu olarak, çok partili hayata geçerek millet iradesinin siyasal sisteme yansımasını olanaklı kılmamız neticesinde, kurucu elitler nezdinde rejimin selameti kaygısı depreşince 1924 Anayasası'nı değiştirmek mukadder oldu. 1961 Anayasası, içinde yer aldığımız kampın gerekleri doğrultusunda, serbest seçimler aracılığıyla siyasal sisteme yansıyan millet iradesini çerçevelemek amacıyla yazıldı ve bürokratik mekanizmayı iktidarın esas kullanıcısı olarak siyasal sistemin merkezine yerleştirdi. Bu siyasal denklemi mümkün ve işler kılan da Soğuk Savaş'ın istikrar ve güvenliği önceleyen paradigması oldu. Paradoksal bir şekilde, demokrasiye geçişi mümkün kılan uluslararası bağlam, demokrasimizin vesayetçi niteliğine de olanak sağladı.
Bu siyasal denklem çerçevesinde, kalkınma ve refahı önceleyerek icraatla sınırlı bir siyasal faaliyetle yetinen merkez-sağ (ve sol) partiler, hem bürokrasi hem de toplumsal kesimler açısından en uygun aktörler olarak sivrildiler. Sistemin etnik ve dini fay hatlarına bulaşmadıkları ölçüde bürokrasiden, ekonomik kalkınmayı önceledikleri ölçüde de toplumdan destek buldular. Soğuk Savaş'ın son bulması, bürokratik vesayete dayalı siyasal denklemi, destek bulduğu siyasal ve toplumsal koşullardan kopardığı ölçüde işlevsiz kıldı. İstikrar ve güvenlik uğruna toplumsal farklılıkların bastırıldığı bir siyasal iklimin, yerini farklılıklara ve toplumsal kimliklere duyarlı bir siyasal iklime bırakmasıyla, kalkınma öncelikli siyasal gündem çatırdamaya başladı.
Bu dönüşümün mahiyetini ve kapsamını ne bürokrasi ne de merkez partiler doğru algılayabildi. Yarım asır önce siyasal sisteme eklemlenen toplumsal iradeyi, bürokratik vesayetle etkisizleştirmek, siyasal hafızada kötü hatıralara yol açsa da, zor olmamıştı. 20. yüzyıl kapanırken, bürokrasi, tekrar siyasal sisteme rengini vermek isteyen toplumsal iradeyi pasifize etmede aynı mahareti gösteremedi. Yükselen kimlik eksenli siyasal talepler ve bu taleplere duyarlı siyasal partilerle yeni durumu müzakere etmek yerine, bastırmayı tercih etmek, hem bürokrasiyi hem de bürokrasiyi destekleyen merkez partileri zayıflattı. Soğuk Savaş'ın bitiminin üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen Türkiye, halen Soğuk Savaş dönemi koşullarının ürünü olan siyasal sistemle yönetiliyor. Geçen yirmi yılda, siyasal aktörler içerisinde, yeni bir siyasal sistemin gereğini algılayan siyasal partiler ile eski siyasal sistemi devam ettirmekte direnen siyasal partiler arasında bir bölünme vuku bulmuş olsa da, varlığını Soğuk Savaş dönemine borçlu olan bürokrasi, topyekun bir şekilde, eski düzeni korumakta direniyor.
Millet iradesinin siyasal sisteme yansımasını engellemek üzere ihdas edilen anayasal kurumların üye kompozisyonunu ve yetkilerini yeniden tanımlayan, başka bir deyişle, bürokrasinin sistem içindeki yerini ve seçilmiş siyasal aktörlerle ilişkilerini yeniden kurgulayan yeni bir anayasaya ihtiyaç var. 1990'lardan bu yana, bu ihtiyaca binaen, toplumsal eğilimlerin siyasal sisteme yansımasına olanak sağlayan birçok anayasa taslağı hazırlandı. Farklı siyasal partiler ve sivil toplum kuruluşları, birçok kez, yeni bir anayasaya duyulan ihtiyacı dillendirdiler. Son olarak, AK Parti, 22 Temmuz seçimlerinden sonra Anayasa'yı değiştirme iradesini beyan ederek yeni bir anayasa yazımı yönünde teşebbüste bulundu, ancak karşılaştığı baskılar neticesinde geri adım attı.
Taslağın siyasal sistem için anlamı Bürokratik vesayetin toplumsal katılımı sınırlaması esasına dayalı mevcut sistemde ilk gedik, 367 krizi ertesinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlayan referandum ile açıldı. Bu düzenleme neticesinde, bürokratik vesayet mekanizmasının bütün kilit kurumlarına üye atayan cumhurbaşkanının, artık bürokratik elitler ile siyasal iktidar arasındaki güç dengelerinden öte toplumsal katılımın doğrudan yansımasıyla seçilebilecek olmasıyla mevcut bürokratik vesayet rejimi ciddi yara aldı. AK Parti'nin şu anda müzakere edilmek üzere kamuoyuna ve siyasal partilere sunduğu anayasa değişikliği taslağı, siyasal sistemi toplumsal katılıma açmak yönünde, cumhurbaşkanlığı düzenlemesinden sonraki en esaslı adımı oluşturuyor.
Bu çerçevede, hazırlanan taslak, toplumsal dinamiklerin siyasal sisteme tam anlamıyla yansımasını sağlamaya yönelik yeni bir anayasa yazımından beklenen umutları karşılamıyor olsa da, 1982 Anayasası'nın 1961 Anayasası'nın izinde oluşturduğu siyasal denklemi değiştirmeye yönelik esaslı bir teşebbüs olma özelliğine sahip. Askeri ve sivil bürokrasinin cari dokunulmazlığını ve kapalı devre çalışan mekanizmasını bozmaya yönelik düzenlemeler taslakta ciddi bir bölüm oluşturuyor. Özellikle yüksek yargıyı çoğulculaştırarak toplumsal ve siyasal eğilimlere açık kılmaya yönelik düzenlemeler, bürokrasinin sistem adına toplumsal eğilimleri törpülemesini mümkün kılan mevcut sistemi değiştirme anlamı taşıyor.
1982 Anayasası ilk defa değiştirilmiyor. Ancak daha önce rejim kaygılarına yol açmayan anayasa değişikliklerinin, bu kez hem yüksek yargının sözcüleri hem de CHP nezdinde rejim tartışması başlatmasında bir haklılık payı yok değil. Baykal'ın dediği çok doğru: "Bu taslak yasalaşırsa, Cumhuriyet bildiğimiz Cumhuriyet olmayacak." Taslak yasalaşırsa, mevcut bürokratik vesayet bir nebze aralanmış olacak ve toplumsal katılıma duyarlı daha demokratik bir Cumhuriyet'e sahip olacağız.