2002'den itibaren, dış politikasını kendi çıkarları ve değerleri ekseninde yapabilen bir Türkiye'den bahsediyoruz. Bölgesine ekonomik, kültürel ve siyasi açılardan etki edebilen, küresel krizlerin çözümüne katkı sunan bir Türkiye fotoğrafı bu.
Uluslararası sistem nazarında bu Türkiye fotoğrafı, 2010'a kadar bir rahatsızlık uyandırmadı. Hatta Türkiye "yükselen güç" olarak, R. Tayyip Erdoğan da bu yükselişin arkasında yer alan "kurucu lider" olarak yansıtıldı. Hiç kuşkusuz bu algıyı belirleyen başlıca unsur, Türkiye'nin başarılarıydı. O dönemin, Türkiye'nin gerek iç politika gelişmelerinin, gerekse de dış dünya ile ilişkisinin rasyonel kavramlarla izah edildiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
2010 sonrasında Türkiye algısı giderek "irrasyonelleşme"ye, Türkiye'nin meseleleri kendi bağlamı içinde ve sahici içeriği ile konuşulmamaya başlandı. Bu sapma günden güne derinleşti. Hiç kuşkusuz bu "sapma" uluslararası iktidar mücadelelerinden bağımsız basit bir illüzyondan ibaret değildi.
Yeni güç dengeleri içinde Türkiye'ye biçilen rol ve Türkiye'deki dönüşümün liderliğini yapan Erdoğan zihniyetinin bunu kabul etmemesi negatif bir Türkiye algısını beslemeye başladı. Bu algıyı büyütmek için "otoriterleşme", "Batı'dan kopma" ve "yolsuzluk" ithamları devreye sokuldu. Artık "Türkiye'nin aktörlüğü" değil, "Türkiye'nin yalnızlığı" konuşulmaya başlandı.
Çok ciddi bir uluslararası kuşatma kampanyasının ortasına düştü Türkiye. İsrail'le yaşanan gerilim bu noktada bir milat özelliği taşıyordu. Türkiye'nin İran'a yönelik yaptırımlara destek vermemesi Türkiye'nin ötekileştirilmeye başlandığı bir diğer safha oldu. Tam da bu ortamda Arap baharının baş göstermesi Türkiye'ye ve bölgeye yönelik algıları radikal biçimde değiştirdi. Türkiye, Arap baharını ne "bir Batı projesi" olarak gördü, ne de "bir İslamcı ayaklanma!"
Türkiye'nin tezi, "Arap devrimleri"nin halkın demokratik bir dönüşüm talebinde bulunması anlamına geliyordu. Arap devrimlerine katılan sosyo -politik unsurların "Türkiye modeli" vurgusu, uluslararası sistem nazarında Türkiye'nin negatif algısını pekiştiren bir unsura dönüştü. Suriye krizi ise, bu süreci ileriye taşıdı, negatif algıları derinleştirdi. Suriye krizi sonrasında önce İran'la, ardından Rusya ile sorun yaşandı. 2013'te Mısır'da meydana gelen darbe sonrasında Türkiye, Suudi Arabistan'la karşı karşıya geldi. "DAİŞ'le mücadele" retoriği etrafında PKK'nın uzantısı konumundaki YPG'ye destek veren ABD ile ayrı düştü.
Türkiye bu süreçte bir yandan kriz meseleleri ile ilgili tezlerini yeni koşullara göre revize etse de genel hatlarıyla savunmaya devam etti. Suriye'de siyasi çözüme ihtiyaç olduğunu, Mısır'da halkın iradesini dikkate alan bir siyasi yapının oluşturulması gerektiğini, YPG'nin (ve PYD'nin) PKK terör örgütünün Suriye kolu olduğunu belirtti. Yine bu örgüt üzerinden verilen mücadelenin Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olduğunu, YPG'yi düşman olarak görmeye devam edeceğini belirtti.
Türkiye tezlerini savunurken bir başka şey daha yaptı. Mutlak ittifaklar devrinin kapandığını, mikro işbirlikleri ile yol alınması gerektiğini bildiği için bölgesinde etkili olmak isteyen bütün aktörlerle konuşmaya devam etti. Meşru sınırlar çerçevesinde her aracı kullandı. Türkiye'nin bildiği bir başka şey daha vardı. O da ezeli düşmanlıklar yerine mikro çekişmelerin esas olduğu bir süreçle karşı karşıya kalındığı idi.
ABD'deki temaslarımız sonrası şunu söyleyebilirim: Türkiye, bugün "yeniden kazanılmaya çalışılan" bir aktör konumunda. Bunun nedeni bölgemizdeki farklı aktörlerin giderek derinleşen iç mücadeleleri. Türkiye için esas olan ise, bu süreci kendi milli menfaatleri namına değerlendirmek. Kendini Batı'ya ya da Doğu'ya, şuna yahut buna beğendirmek değil.
[Sabah, 4 Nisan 2016].