Günlerdir, Türkiye, Taksim Gezi Parkı'nda başlayan eylemin hangi dinamikler dolayısıyla ülkenin genelinde gençleri meydanlara döktüğünü ve birkaç büyükşehirde halen meydanda tutmaya devam ettiğini anlamaya çalışıyor. Bu anlama çabasının daha uzunca bir süre kamuoyunu ve siyaset dünyasını meşgul edeceği öngörülebilir.
Bir kaç gündür, tedavüle sokulan meydan güzellemelerini, devrim romantizmini, insanların kentlerine sahip çıktığına dair çevreci efsaneleri bir kenara bırakırsak, her şeyden önce, sokağın kitlelerin doğal uğrağı olmadığını, olağan olmayan bazı dinamiklerin kitleleri özellikle de gençleri sokağa yönelttiğini, bu nedenle de sokağa çıkmanın istisnai bir durum olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Ardından da kitleleri özellikle de gençleri sokağa yönelten dinamiklere dair yüzeysel, günübirlik, her duruma uyarlanabilen anonim tespitlerimizi biraz geri plana itip daha soğukkanlı, daha ciddi, daha yapısal analizler yapmaya mesai harcamamız lazım.
Olayların nasıl birden büyüyerek bir patlamaya dönüştüğü konusunda tevatür derecesinde tekrarlanan gerekçelerde bir anlaşmazlık yok. Çevre duyarlılığı için toplanan eylemcilere polisin uyguladığı aşırı şiddet ve Hükümetin bu durumu doğru analiz edemeyip duyarsız kalması karşısında dipte biriken gerilimin patlaması. Çevre duyarlılığı, polis şiddeti ve iktidarın yanlış teşhisi ve duyarsızlığı derinlerde biriken öfkenin patlamasını sağlayan temel unsurlar.
ÖFKE PATLAMASINI ÖFKE BİRİKMESİNDEN AYIRMAK
Gezi eylemlerinin üzerinden on günü aşkın süre geçti ama hala patlama anının nasıl oluştuğunu konuşuyoruz. Herkesin hemfikir gözüktüğü ve neredeyse tek düşünce olarak dillendirdiği görüş, eylemlerin bu noktaya gelmesinin tek nedeninin Başbakan'ın üslubu olduğu. Bu minvalde en iyimser yorumla, politik psikoloji alanına yerleştirebileceğimiz görüşler okuyoruz- duyuyoruz. Oysa artık, politik psikoloji terminolojisini azaltıp sosyoloji, siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisinin terminolojisini yardıma çağırmamız gerekir. Başka bir deyişle, gençlerin neden sokağa aktığını anlamak için artık öfke patlaması ile öfke birikmesi arasında bir ayırım yapıp daha soğukkanlı ve yapısal analizler yapmaya başlamamız lazım.
Polis şiddeti ve Başbakan'ın üslubu gençlerin öfkelerinin patlamasına yol açmış olabilir ama bu iki gerekçe patlama noktasına gelecek düzeyde bir öfkenin nasıl biriktiğini anlamaya yetmiyor.
Kitleler, mağduriyet yaşadıklarını ve bu mağduriyetin siyasete yeterince yansı(tıl)madığını hissettikleri durumlarda meydanlara çıkmaya yeltenirler. Buradaki anahtar unsurlar, mağduriyet hissi ve bu hissin siyasal kanallarda yer bulmadığına, bulmayacağına yönelik umutsuzluk ve çaresizlik duygusudur. Mağduriyet hissi iktidarın söylem ve politikalarıyla, şikâyetlerin-kaygıların siyasal kanallara akmadığına yönelik çaresizlik duygusu ise muhalefetin performansıyla ilişkilidir.
AK Parti, on yıllık iktidarında, dillendirdiği söylem ve hayata geçirdiği politikalarla bazı toplumsal kesimler nezdinde desteğini arttırırken bazı toplumsal kesimler nezdinde de hoşnutsuzluğa yol açtı. Kendisini destekleyen toplumsal kesimlerin demokrasi, özgürlük, kimliklerin tanınması, aktif dış politika, dindar-muhafazakâr yaşam tarzı vb taleplerini siyasete yansıtmaya yönelik hamleleri bazı toplumsal kesimler nezdinde ciddi hayal kırıklıklarına, hoşnutsuzluğa ve öfkeye sebep oldu.
Aslında normal işleyen her demokratik sistemde, iktidar, bazı kesimlerin talep ve şikâyetlerini ıskala(yabili)r. Yürütmenin kapsama alanı dışında kalan şikâyet ve talepler, başka kanallar edinerek siyasete yansır. Bu kanalları, yürütme erkinin dengelenmesini sağlayan kurumlar, şikâyetleri duyup siyasete yansıtacak sivil toplum örgütleri ve/ya muhalif siyasi oluşum veya partiler olarak sıralamak mümkün. Bu mekanizmalar, yürütmeyi denetlediği-dengelediği ölçüde iktidarın politika ve söylemlerinden mağduriyet duyan kesimlerin sistem dışına itilmesini de engeller.
Ancak AK Parti iktidarının desteğini sürdürerek devam edeceğine dair öngörüler, AK Parti'nin vesayetçi kurumları kendi tasarruflarına engel olmaktan çıkarırken fren ve denge mekanizmalarını da zayıflatmış olması ve muhalefetin AK Parti iktidarının tasarruflarını dengeleyecek kadar güçlenebileceğine yönelik umutsuzluk öfkenin birikmesine yol açmış görünüyor.
MUHALEFET EKSİKLİĞİ
Dolayısıyla, kitlelerin siyasetle kurdukları ilişkinin sıhhati, büyük oranda, iktidar dışı-muhalif siyasi oluşumların gücüne ve performansına bağlıdır. Muhalif siyasi oluşumlar, toplumdaki şikâyetleri duyar, siyasal bir terminolojiye dönüştürür ve belli başlı siyasal mekanizmalardan geçirerek politikalara yansımasına yardımcı olur. Bu süreçler sağlıklı işlediğinde, muhalif hareketlerin talepleri siyasete yansıtıldığı için sokaklara dökülmeye ihtiyaç kalmaz. Ancak bu mekanizmalar sağlıklı işlemediğinde, kitleler şikâyetlerinin siyasal kararlara yansımadığını hissettiklerinde, mağduriyet psikolojisi umutsuzluğa dönüşür ve meydanlar son çare olarak devreye girer.
Türkiye'de, ilk defa kitleler mağduriyet hissi yaşıyor değiller. 1990'larda, Kürtler de dindar- muhafazakârlar da, bugün hissettikleri mağduriyet psikolojisiyle meydanlara dökülen kitlelerden kat be kat daha fazla mağduriyet yaşadılar. Ancak, her iki hareketin mensupları da meydanları bir hak arama yeri olarak görmediler. Bunun en önemli nedeni, şikâyetlerini siyasal katmanlara taşıyacak bir liderliğe sahip olmaları ve umutsuzluğa kapılmamalarıydı.
Bu çerçevede, her iktidara karşı ciddi bir muhalefetin ol(uş)masının normal olduğunu görmek gerekir. AK Parti gibi güçlü bir kimlik ve söylem üzerinden politika yapan bir partiye karşı daha sert bir muhalefetin olması da olağandır. Normal olmayan bu muhalefetin sokağa dökülmek durumunda kalmasıdır. Dolayısıyla, iktidar gücünün ürettiği tedirginlik kadar, muhalefet yokluğunun bu tedirginliğin birikerek patlama noktasına gelmesindeki payını da hesaba katmak gerekir. Protestolar, sadece AK Parti iktidarına bir isyan değil, aynı zamanda etkili bir muhalefetin olmayışına bir tepkidir. Bu öfke birikimi ve patlaması, iktidar kadar muhalefete de ciddi sorumluluk yüklemektedir.
[Sabah Perspektif, 08 Haziran 2013]