SETA > Yorum |
Modernleştirici Paradigma Ve Kamusal Düşman ın Kaybı

Modernleştirici Paradigma Ve “Kamusal Düşman”ın Kaybı

Erken Cumhuriyet döneminden itibaren, devletin ve dolayısıyla iktidarın sahipliğini kendisinde gören çevreler, çerçevesini yine kendilerinin belirlediği “modernleştirici paradigma” etrafında bir “makbul vatandaşlık” tanımı yaptılar. “Modernleştirici paradigma” etrafında oluşturulan “Kemalizm” “biz” ve “öteki” düşüncesi etrafında “dışlayıcı pratiklerin” hâkim olduğu bir kimliğe dayanmaktaydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Kasım’da “Atatürk” ve “Atatürkçülük” ayrımı üzerinden yaptığı konuşma çeşitli açılardan tartışılmaya devam ediyor. Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan hususlardan biri, “Atatürkçülük” adı altında “darbecilerin, cuntacıların ve vesayet odaklarının” “Atatürk ismini de istismar ederek kendilerini gizlediği” ile ilgiliydi.
Erdoğan konuşmasında, milletin Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile “en küçük bir sorunu” olmadığının altını özellikle çizdi.
Yani konuşmasının bu bağlamda özü, “Atatürk” ve “Kemalizm” ayrımına dayanmaktaydı.
Aslında geçmiş 10 Kasım ve 29 Ekim gibi önemli tarihlerde de Erdoğan benzer söylemleri dile getirmişti. Ancak, bu yıl söyledikleri gündemde daha yoğun tartışıldı.
AK Parti Gençlik Kollarının bazı teşkilatlarının 10 Kasım organizasyonları, bazı İmam Hatip Okulu öğrencilerinin 10 Kasım merasim görüntüleri ve başörtülü genç kızların Anıtkabir’de çektirdikleri fotoğraflar, Erdoğan’ın konuşması üzerinden farklı değerlendirmelere tabi tutuldu.
Muhafazakâr kesimlerin Mustafa Kemal Atatürk’ü sahiplenici tutumları çeşitli açılardan tartışmaya açılsa da, benim dikkat çekmek istediğim husus bu sahiplenmeden “rahatsız” olan kesimlerle ilgili.
Atatürk’ü “katı Kemalist ideoloji ve kodlar” üzerinden anlayan çevreler, muhafazakâr, başörtülü ve daha genel bir yaklaşımla çevreyi temsil eden kesimlerin Mustafa Kemal’i sahiplenmesini istemiyorlar.
Bunu açıkça söyleyemedikleri için, Erdoğan üzerinden meseleye yaklaşarak, aslında bu sahiplenmenin 2019 için bir seçim taktiği olduğunu dile getiriyorlar.
Söz konusu kesimlerin bu bakış açıları, “Kemalist” olunmadan “Atatürk”ün sahiplenilemeyeceği varsayımına dayanıyor.
Bu varsayım da aslında tüm Cumhuriyet döneminin “iktidar pratikleri” ve “hegemonik yönetim mantalitesi” ile doğrudan ilgili.
Erken Cumhuriyet döneminden itibaren, devletin ve dolayısıyla iktidarın sahipliğini kendisinde gören çevreler, çerçevesini yine kendilerinin belirlediği “modernleştirici paradigma” etrafında bir “makbul vatandaşlık” tanımı yaptılar.
“Modernleştirici paradigma” etrafında oluşturulan “Kemalizm” “biz” ve “öteki” düşüncesi etrafında “dışlayıcı pratiklerin” hâkim olduğu bir kimliğe dayanmaktaydı.
“Öteki” olarak ilan edilen kimlikler, “yerel”, “dinî” ve bazı “etnik” unsurlar olarak, “Türkiye’nin karanlık çağlarından kalan gereksiz kalıntılar” olarak tanımlanmıştı.
Burada katı laiklik anlayışı çerçevesinde mücadele edilmesi gereken en önemli unsur, “dini” kimliğini merkeze koyanlardı.
Bu çevreler, “biz”in karşısındaki “öteki” olarak tanımlanan “kamusal düşmanlar”dı.
Bu “kamusal düşmanlar”ın “makbul vatandaş”a yani “biz”e dönüşmesi için bazı testleri geçmesi gerekmekteydi.
Buna da karar verenler, devletin ve iktidarın sahipliğini kendisinde gören “Kemalist seçkinler”di. Testi geçmenin en önemli belirleyicisi, İslami kimliğin görünür olmamasıydı.
Ayrıca, kendilerinin toplum üzerinde kurduğu “tahakküm araçlarını” sorgulamamaları gerekiyordu.
Ama her hâlükârda kendi iktidarlarının devam etmesi için “kamusal düşman”ın varlığı da gerekliydi.
            ***
Çevreyi temsil eden geniş toplum kesimleri, zamanla sadece yönetsel anlamda iktidara gelmekle kalmadılar, aynı zamanda söz konusu “siyasi ve yönetsel seçkinlerin” iktidarlarını da aşındırdılar.
Tahakküm araçlarını sorguladılar. Onların geleneksel olarak iktidar kurmada araçsallaştırdıkları “makbul vatandaş” tanımlama ayrıcalıklarını ellerinden aldılar.
Gelinen süreçte ise, kendilerini “gerçek Atatürkçü” olarak tanımlayarak hâlâ bu söylem üzerinden dışlayıcı bir pratik oluşturmaktaydılar.
Yine bu söylem üzerinden mevcut iktidara karşı kendilerini konumlandırarak, siyasi konsolidasyonlarını sağlamaktaydılar. En önemlisi de hâlâ bu “kimlik” üzerinden ayrıcalıklı olduklarını hissediyorlardı.
En nihayetinde, Erdoğan’ın açıklamaları ile ellerinde kalan son ayrıcalık işaretleyicisinin de kaybolduğunu düşünüyorlar.
Kamusal düşmanlarının yok olmasını istemiyorlar. Hâlâ buna ihtiyaçları olduğunu varsayıyorlar.
İşte Mustafa Kemal’i sahiplenen muhafazakâr kesimlere yönelik esas rahatsızlıkları ve öfkeleri bundan kaynaklanıyor.
[Türkiye, 14 Kasım 2017]