Yüksek Seçim Kurulu yurtdışında yaşayan milyonlarca vatandaşın oy kullanma hakkını engellediğinde, Başbakan Erdoğan YSK'ya "sabote mi ediyorsunuz?" diye seslenmişti. Pazartesi günü başlayıp perşembeye kadar devam eden gerilimi görünce aynı soruyu sormaktan başka çaremiz kalmadı. Lakin bu sefer "sabote edenlere" bir aktör daha eklendi: BDP. YSK gerekçesini henüz bildirmeden açıkladığı kararının üzerinden yarım saat bile geçmeden öyle hesapsız tepkiler verildi ki, bir anda YSK ile sokaklar karşı karşıya geldiler. Türkiye demokratikleşmesini ve normalleşmesini kemale erdirmeye çalışan bir ülke. Demokratikleşme konusunda büyük mesafeler almış olmakla birlikte ciddi sorun alanları varlığını sürdürüyor. Hâlâ yargının, militarizmin ve bürokrasinin vesayeti ülkenin üzerinde yer yer hükmünü sürüyor. Ama bütün bu sorunlara rağmen şunu iddia etmek ya naiflikle ya da siyasaldan kopuşla açıklanabilir: 1990'ların siyasi ve sosyal atmosferinde yaşıyoruz. Son üç yılda politik psikolojinin şekillendirdiği siyasal bir kopuş ya da kırılma yaşıyoruz. Israrlı bir şekilde diktatörlük altında yaşadığımızı, ülkenin en kısa zamanda bölüneceğini, Doğu ve Güneydoğu'nun zulüm altında inlediğini ve hatta ara rejim yaşadığımızı dillendirenler var.
Bütün bunlar birer siyasi pozisyona denk geliyor elbette. Dolayısıyla da sadece birer değerlendirme sınıfına girmeyip, aynı zamanda iktidar mücadelesinin birer enstrümanı da oluyorlar. Buraya kadar pek fazla bir sorun yok. Sorun iddia ile hakikat, algı ile olgu arasındaki farktan kaynaklanıyor. Bütün iddiaları veya algıları yok saymak ne kadar siyasaldan ve sahici bir politik mücadeleden kopuşsa, büyük bir çoğunluğunu gerçek kabul etmek de o kadar naifliğe saplanmayı beraberinde getiriyor. Yukarıdaki travmanın en yoğun yaşandığı alan Kürt meselesi ve onun siyasal temsilcisi BDP açısından geçerli. Anlaşılabilir olan mağduriyet söylemi her yeni tepkileriyle biraz daha anlaşılabilir olmaktan uzaklaşıyor. Devlet nezdinde yaşanan anlayışsızlıktan söz etmiyoruz. Siyasal bir sorunun hızla toplumsallaşmasına yol açan çıkışlardan bahsediyoruz. Kürt sorunu çözülecekse milletin devlet aygıtı eliyle çözülecek. Türkiye'nin tamamının sindiremediği bir çözüm, imkânsızı arzulamaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Çelişkileri derinleştirmek sol anakronik fanatizm için güzel bir fantezi olabilir. Ancak bu yaklaşım tarzının ortaya çıkardığı maliyet, 1990'ların şiddet ortamının ürettiği maliyetin yanında bir detaya dönüşebilir. On binlerce insanın hayatını kaybettiği bir sorunun siyasal düzeyde çözümü için mücadele yerine meseleyi toplumsallaştırmak ne Türklere ne de Kürtlere hiçbir şey kazandırmayacaktır. Kürtler nezdinde mağduriyet algısını sürekli canlı tutmanın maliyeti Türkler nezdinde öfkenin canlı tutulmasından başka bir anlam ifade etmiyor çünkü. Eğer sokaklar bu kadar yoğun bir şekilde dolu kalacaksa, siyasetin merkezinde temsilcilerin bulunmasının anlamı o kadar zayıf kalmaya devam edecektir. Siyaseten güç kazanmanın yolu sokağın arkasında değil önünde durmaktan geçmektedir. Burada sokak meselenin gayri resmi ve gayri meşru bütün aktörlerini içermektedir. Öyle ki sadece YSK operasyonunda değil, son birkaç yılda her kritik dönemeçte benzer bir döngü yaşanmıştır. Geldiğimiz nokta itibariyle, Kürt meselesinin çözümüne dair umutlanmak için üç dinamiğe ihtiyacımız var. Birincisi siyaset nezdinde meseleye el atacak olan bir iradenin varlığı. İkincisi ise toplumsal düzeyde sorunun hal yoluna konulabilmesi için barışçı bir atmosfer. Üçüncüsü ise 2011'de, Türkiye'de ve bölgemizde yaşanan gelişmelerin ortasında elinde silah olan bir örgütün var olmaya devam etmesinin imkânsızlığının bizzat PKK tarafından görülmesi ihtiyacı. Siyaset nezdinden demokratik açılım süreciyle AK Parti eliyle ülke halinde siyasi bir pedagojiye maruz kaldık. Siyasal kesimler tartışıl( a)mayan Kürt meselesini enine boyuna tartıştılar. Büyük bir kısmı ilk kez yüzleşti ve yoğun bir öğrenme süreci yaşandı. Hem iktidar ve muhalefet partileri hem de bürokrasi düne göre bugün çok daha olgun bir noktadalar. Açılım süreci ile toplumsal farkındalık da arttı. Doğuda umut, Batıda şaşkınlık ve endişe. Bu iki zıt toplumsal atmosferin aynı anda yönetilmesinin sorumluluğu da siyasetin görevidir.
Siyasal aktörler, umutların makule, endişelerin teskine dönüşeceği noktayı toplumsala bırakmadıkları ölçüde aktör olabilirler. Son olarak, PKK neredeyse hiçbir şart altında silahsızlanmayacak algısına kendisini inandırmış durumdadır. Bu algı onlar açısından sorun olmayabilir. Lakin BDP de aynı düzeyde kaldığı sürece bütün süreçler anlamsız bir tekrara dönüşmek durumundadır. Geçen hafta boyunca yaşananlar da bu kısır döngünün en çarpıcı örneklerinden birisi oldu. BDP, sokaklara devrettiği siyasi sermayesini yine başkalarının tüketerek güç devşirmesine fırsat verdi. Doğrudur sonuç alındı. Lakin alınan sonuç, BDP'nin bir siyasi parti olması için gereken gücünden, toplumsal gerilim ve çözümden bir adım daha uzaklaşmak maliyetine kaybetmesini sağlamaktadır. YSK, tipik bir üst yargı organı olarak Türkiye'ye dair ya en ufak bir fikri olmayan ya da en ufak bir fikri olan kurum olduğunu ispatlamış oldu. Benzer bir kaderi siyasal aktörlerin de paylaşması gerekmiyor.