Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta STK temsilcileriyle bir araya geldiği bir toplantıda “Türkiye’nin yönetim sistemi fiilen değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir” açıklamasını yaptı. Koalisyon çalışmalarının başarısızlığa doğru yol aldığı, erken seçimin ufukta gözüktüğü ve bu kapsamda cumhurbaşkanının anayasal sınırları tartışmasının ısıtıldığı bir noktada gelen bu açıklama muhalefet partilerini şüphesiz heyecanlandırdı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın sözlerini 1980 askeri müdahalesine atıfla “darbe” olarak değerlendirdi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise açıklamayı kendine has üslubuyla “Hayırdır, bu ülkede savaş veya darbe oldu da biz mi kaçırdık” şeklinde ele aldı. HDP ileri gelenleri de benzer bir şekilde Erdoğan’ın sözlerini siyasete müdahale olarak değerlendirerek rejimin değişmediğini ve Erdoğan’ın “rüya gördüğünü” öne sürdüler. Böylece, koalisyon hükümeti kurmak gibi pozitif siyaset gerektiren bir konuda bir araya gelme becerisi gösteremeyen muhalefet partileri, 7 Haziran seçimleri sürecinde Erdoğan karşıtlığı üzerine inşa ettikleri örtük seçim koalisyonunu yeniden canlandırarak büyük bir başarıya imza attılar.
Muhalefetin bu açıklamalarını çarpıcı kılan ise, bir yandan fiili de olsa ülkede parlamenter sistemden başkanlık sistemine doğru bir sistem değişimi yaşandığının net bir şekilde reddedilmesi, diğer yandan da sanki hâlihazırda Erdoğan liderliğinde başkanlık sisteminin tecrübe edildiği ve dolayısıyla ülkenin demokrasiden saparak otoriterleştiği mesajının verilmesiydi. Bu iki iddia arasında ilk bakışta bir çelişki varmış gibi gözükse de, biraz daha yakından bakıldığında bunun muhalefet tarafından bilinçli olarak takip edilen bir strateji olduğu açığa çıkmaktadır. Açıkça ifade etmek gerekirse, muhalefet partileri bir süredir Erdoğan’ın işaret ettiği sorunu, yani fiili durum ile hukuki durum arasındaki mesafenin yaratmış olduğu belirsizliği manipüle ederek Erdoğan’ı siyaset alanına müdahale etmekle suçlama siyaseti izlemekteler.
Hâlbuki 2007’de gerçekleştirilen anayasal değişikliklerle birlikte cumhurbaşkanının siyaset kurumunun en önemli aktörü haline gelmesinin yolu açılmıştır. Şöyle ki, 1982 Anayasası cumhurbaşkanını geniş yetkilerle donatarak yürütme organı içerisinde etkin ve önemli bir siyasi aktör haline getirmişti. 10 Ağustos 2014’te cumhurbaşkanın direkt halk tarafından seçilip demokratik meşruiyetle donatılmasıyla, cumhurbaşkanı yürütme organı içerisinde en önemli aktör, bir başka ifadeyle “eşitler arasında birinci” haline gelmiş oldu. O halde bu noktada şu sorunun sorulması gerekiyor: Siyasi bir figür olan cumhurbaşkanının siyaset kurumuna müdahale ettiği iddiası ne kadar ciddiye alınabilir? Cumhurbaşkanının siyaset kurumuna müdahale etmesinin bir sorun teşkil edebilmesi için, cumhurbaşkanlığı makamının sınırlı yetkilere sahip ve seçim sürecinin “siyasi” bir nitelik arz etmediği sembolik bir “devlet” makamı olması gerekir. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamı Türk siyasi tarihi boyunca bu resme hiçbir şekilde uymamıştır. Haliyle, muhalefetin ileri sürdüğü siyaset kurumu üzerinde “cumhurbaşkanı vesayeti” iddiası net bir ifadeyle bir oksimoronu dillendirmekten öte bir şey değildir.
SİYASET VE MUTLAK GÖRECELİLİK
Gerçekten de Türkiye kamuoyunda cumhurbaşkanlığı makamının ülke yönetimindeki işlevi ve son dönemde ne tür dönüşümler yaşadığı konusunda bir kafa karışıklığı söz konusudur. Örneğin, cumhurbaşkanlığı Türkiye siyasetinde hiçbir zaman sembolik ve tarafsız bir makam olmamasına rağmen, medya organlarında sürekli olarak cumhurbaşkanlığı makamının tarafsız olması gerektiği yönünde bir propaganda yürütülmektedir. Böylece, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı dönemi bu makamın tarihinde bir kırılma, yani cumhurbaşkanlığı makamının “tarafsızlığı”nı ilk defa kaybettiği dönem olarak yansıtılmaktadır. Burada kritik olan husus, cumhurbaşkanlığı makamı konusundaki bu kafa karışıklığının muhalefet tarafından manipüle edilerek bir stratejiye dönüştürülmesi ve bunun muhalefetin cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik siyasetinin özünü oluşturmasıdır.
Muhalefetin pohpohladığı bu kakofoni iki soruyla dağıtılabiliriz. İlk olarak, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi Türkiye’de “fiili” bir sistem değişikliği yaşanmakta mıdır? İkincisi, eğer yönetim sisteminde bir değişiklik söz konusuysa, değişimin yönü muhalefet partilerinin iddia ettiği gibi tek adam yönetimi ve otoriterleşme istikametinde midir? Sonda söyleyeceklerimizi başta söyleyelim: Evet, ülkede fiili olarak bir yönetim (rejim değil) değişikliği yaşanmıştır ve cumhurbaşkanının konumunda yaşanan değişimin bir neticesi olarak bildiğimiz şekliyle parlamenter sistemin sınırlarının ötesine geçmiş bulunmaktayız. Ve hayır, halkın doğrudan seçtiği ve dolayısıyla halka karşı sorumlu cumhurbaşkanının siyaset kurumu içerisindeki etkinliği mevcut anayasa ve demokratik normlarla bir çelişki arz etmediğinden bunun demokrasiden bir sapma ve otoriterleşme olarak sunulması kesinlikle doğru değildir. Daha da ötesi, cumhurbaşkanının konumundaki değişim siyaset kurumunun otonomisini ve gücünü hem bürokrasi hem de sivil toplum/ekonomi karşısında artırarak demokratikleşmeye önemli bir katkı sunmuştur.
Lakin bu ve benzeri saptamalar, muhalefet tarafından objektif bir iddia olmaktan ziyade siyasi bir iddia olarak kodlanıp susturulmaya çalışılmaktadır. Tabi ki burada sunulan iddiaların siyasi ve sübjektif bir karakteri olduğu su götürmez bir gerçektir, ancak yine de siyasi-toplumsal gerçekliğin siyasi aktörlerden bağımsız “objektif” bir doğasının olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü siyasi-toplumsal olgular ve olaylar hiçbir sınırlama kabul etmeksizin ve keyfi bir şekilde siyasi aktörler tarafından eğilip bükülemezler. Bunun nedeni, alternatif yorumların var olması ve daha da önemlisi paylaşılan asgari bir ortak anlam dünyasının, yani taraflar arasında arızi de olsa intersübjektif bir gerçekliğin bulunmasının demokratik siyasetin önşartı olmasıdır. Elbette rakip siyasi gruplar siyasi-toplumsal olgular ve olaylar hakkında kendi yorumlarını tüm kamuoyuna kabul ettirmek için kıyasıya mücadele etme özgürlüğüne sahiptirler, ancak demokratik siyasetin sürdürülebilir olabilmesi için taraflar arasında siyasi-toplumsal olgu ve olayların ne olduğuna yönelik belli ortak kabullerin olması gerekmektedir. Şayet bu ortaklık sağlanamazsa, ya bir kolektif siyasi-toplumsal psikoz halinin ya da tarafların birbirini mutlak bir şekilde ötekileştirerek “düşman” olarak algıladığı toplum-öncesi bir “doğa hali”nin, yani kaba güç mücadelesinin damgasını vurduğu bir iç savaş ve şiddet ortamının toplumsal alana hâkim olmasını beklemek gerekir. Her iki durumda da bir toplumun varlığından, “toplum hali”nden bahsetmek imkânsızdır.
PARLAMENTER SİSTEMİN ÖTESİ
Gerçekten de zaman zaman taraflar birbirini mutlak-negatif öteki olarak algılama eğilimi gösterse ve siyasi-toplumsal ortak zeminin limitleri zorlansa da (mesela Gezi Süreci, 6-8 Ekim olayları ve PKK’nın mevcut “devrimci halk ayaklanması” gibi), Türkiye’de bir “toplum hali”nin yerli yerinde olduğunu teslim etmeliyiz. O halde, demokratikleşme ve yönetim sistemi olgularının analitik ve objektif zemini vardır denilebilir ve buna referansla tarafların değişime yönelik iddialarının da bir muhasebesi yapılabilir.
Yönetim sistemi değişimine odaklandığımızda, parlamenter sistemin en temel ayırt edici özelliğinin yürütmenin yasama içerisinden çıkması ve yasama organı içerisinde kalarak işleyişini sürdürmesidir. Dolayısıyla, parlementer sistemde sadece yasama organı için seçimler yapılır ve seçimler sonucunda ortaya çıkan tabloda yasama organı içerisinden bir hükümet üretilir. Bu hükümet hem kuruluş aşamasında hem de ilerleyen süreçte ülke yönetimine dair attığı adımlardan sürekli olarak yasama organının güvenoyuna muhtaçtır. Yani hükümet parlamentoya karşı sorumludur.
Başkanlık sisteminde ise, yürütme ve yasama organları hem kuruluş hem de işleyiş açısından birbirinden net bir şekilde ayrışır. Buna göre, kuruluş aşamasında yasama ve yürütme için seçimler ayrı ayrı yapılır. Dolayısıyla hükümet parlamento içinden çıkmaz, seçimlerin sonucunda otomatikman kurulmuş olur. İşleyiş noktasında ise, yürütme ve yasama organlarının yetki ve sorumlulukları birbirinden net bir şekilde farklılaşır. Kısaca, hükümet parlamentoya değil, direkt halka karşı sorumludur.
Bu tespitler yönetim sistemi üzerine kafa yoran hemen hemen herkes tarafından kabul edilmektedir, yani bu konuya dair intersubjektif gerçekliği sunmaktadırlar. Bu veriler ışığında Türkiye’deki yönetim sistemine baktığımızda, yürütme organının yasama içerisinden çıkması ve hükümetin parlamentoya karşı sorumlu olması nedeniyle parlamenter sistem özelliği göstermesine rağmen, yürütmenin diğer önemli aktörü olan cumhurbaşkanının yasama organı tarafından değil, direkt halk tarafından ayrı olarak seçilmesi ve cumhurbaşkanının halka karşı sorumlu olması sistemin başkanlık özelliği gösterdiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, parlamenter sistemde cumhurbaşkanı genellikle sembolik bir konumdadır, yani yetki ve sorumlulukları olabildiğince sınırlıdır. Türkiye’de ise cumhurbaşkanlığı makamı yetki ve sorumlulukları dikkate alındığında sembolik olmaktan oldukça uzaktır. Daha da ötesi, başbakanın cumhurbaşkanına karşı da sorumlu olduğu gerçeği akıllara getirildiğinde, cumhurbaşkanı siyaset kurumu içerisindeki en önemli aktör konumundadır. Dolayısıyla, her ne kadar hukuki olarak Türkiye’deki yönetim sistemi parlamenterizm olarak adlandırılsa da, fiili olarak parlamenter sistemin sınırları dışına taşmakta ve yer yer başkanlık sistemi özelliği göstermektedir.
Özetle, Türkiye’de AK Parti öncesi döneme de uzanan, özellikle 1982 Anayasasının cumhurbaşkanına verdiği geniş yetkiler göz önüne alındığında, klasik bir parlamenter sistemin varlığından söz edilemez. AK Parti dönemindeki değişikliklerle birlikte parlamenter sistemden daha da uzaklaşılmıştır, yani fiili olarak bir parlamenter sistemle yönetildiğimiz objektif bir gözle bakıldığında savunulacak durumda değildir. Elbette şu noktanın da altını kalın harflerle çizilmeliyiz, yaşanan bu dönüşüm demokratik bir yönetim sisteminden başka bir demokratik sistemine doğru bir “yönetim sistemi” değişimidir, muhalefetin iddia ettiği gibi demokrasiden otoriterliğe doğru gerçekleşen bir “rejim” değişikliği değildir.
CUMHURBAŞKANI VESAYETİ Mİ?
Rejim değişimi meselesine geldiğimizde ise, Türkiye’de son dönemde yaşanan değişimin yönü bürokratik vesayetin damgasını vurduğu otoriter bir rejimden demokratik bir rejime doğrudur. Bu değişimin iki temel boyutu bulunmaktadır. Bunlardan ilki demokrasinin kurucu unsuru olan devlet iktidarının hiç kimseye ait olmaması ve serbest seçimlerle el değiştirebilir olmasıdır. Burada kilit rol devlet ile toplum arasındaki bu bağlantıyı ve geçişkenliği sağlayan siyaset kurumunun otonom ve güçlü olmasıdır. İkinci boyut ise, demokrasinin işleyişine yönelik olarak toplumsal farklılıkların ve grupların iktidardan uzak düşseler dâhi hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Lakin demokrasi aynı zamanda toplumsal farklılıklardan bir kimlik üretme sorumluluğu da taşımaktadır. Yani rakip toplumsal grupların birbirini şekillendirmeye ve değiştirmeye çalışması demokratik siyasetin bir rutini olarak kabul edilmektedir. Tabi ki bu, kaba güce ve sistematik baskılara dayanan tepeden inmeci yöntemlerle kimlik dayatma siyasetini kapsamamaktadır. Burada kastedilen, düşünce özgürlüğü kapsamında siyasi grupların kendi görüşlerinin propagandasını kamuoyunda serbestçe yapabilmesidir.
Demokrasinin bu iki boyutundan Türkiye’ye baktığımızda ilk olarak, AK Partili yıllarda siyaset kurumunun, özellikle asker-sivil ilişkileri göz önüne alındığında, otonomi ve gücünde bir artış yaşandığını teslim etmemiz gerekir. Siyaset dışı aktörlerin siyasi süreçleri belirlemesi ve milli iradenin gasp edilmesi yapılan köklü reformlarla büyük oranda sınırlandırılmış durumdadır. İkinci olarak, Kemalist dönemde bastırılan etnik ve dini azınlıkların farklılıkları demokratik açılım süreci ile tanınmış ve bu gruplara önemli haklar ve özgürlükler verilmiştir. Bürokratik vesayetin geriletilmesini ve toplumsal yaraların rehabilite edilmesini kapsayan bu süreç takriben 2010-2011 yıllarına kadar sürmüştür.
Ancak yukarıda da belirtildiği gibi demokratik siyaset farklılıkların tanınması kadar bu farklılıklardan anlamlı bir bütünlük ve kimlik üretilmesini de gerektirmektedir. Dolayısıyla, AK Parti takriben 2011 yılından itibaren kendi muhafazakâr-demokrat kimliğini merkeze alarak toplumsal farklılıklardan bir bütünlük, yani bir “biz” üretme hedefini siyasetinin merkezine oturtmuştur. Son birkaç yılda, AK Parti ile siyasi ve toplumsal muhalefet arasında yaşanan gerilimlerin nedenini tam da burada aramak gerekir. Dolayısıyla, bu gerilim bir demokrasi-otoriterlik tartışmasından öte, nasıl bir “biz olmalıyız” meselesine odaklanan bir kimlik tartışmasıdır. Bu tartışmayı, AK Parti’nin “otoriterleşmesi” şeklinde kodlamaya çalışanların bir “biz” önerme -ki bu kaçınılmazdır- noktasına geldiklerinde benzer eleştirilere maruz kalacakları ortadadır.
O halde, muhalefetin AK Parti’nin demokratlığını sürekli olarak sorgulaması ve bunu özellikle Erdoğan’ın “otoriterliği”ne indirgemesi daha fazla demokrasi arayışından öte, muhalefetin kendi kimlik önerilerinin darlığını ve yetersizliğini gizleme ya da daha da vahimi bir kimlik önerisine sahip olmama gibi bir krizi saklama hamlesi olarak okumak mümkündür. Bu siyasi çaresizlik, bir yandan PKK çizgisindeki Kürt hareketini “devrimci halk ayaklanması” gibi siyasi maceraların kollarına atarken, diğer yandan Meclisteki tüm muhalefet partilerini bir siyasi aktör olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı siyasete müdahale etmekle suçlamak gibi absürd iddialar dillendirmeye mecbur bırakmaktadır. Sonuç olarak, “cumhurbaşkanı vesayeti” iddiası muhalefetin Türk siyasi hayatına kazandırdığı bir oksimoron olarak tarihteki yerini alacaktır.
[Star Açık Görüş, 22 Ağustos 2015]