21. Yüzyıl’ın ilk önemli devriminin yaşandığı Mısır’da sadece iki sene sonra askeri darbe yaşandı. Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Sisi’nin Cumhurbaşkanı Mursi’nin görevine son verildiğini ve Anayasa’nın askıya alındığını belirten konuşması, Tahrir’de toplanan Mursi aleyhtarı göstericiler tarafından “halk devrimi”; Cumhurbaşkanı’na destek veren Rabiatül Adeviye meydanındaki Mursi taraftarlarınca da “askeri darbe” olarak nitelendirildi. Görüldüğü gibi Mısır’da meydanlar da, taraflar da ikiye bölünmüş durumda. Aynı bölünmüşlük kavramlar için de geçerli. 30 Haziran’ı “halk devrimi” olarak niteleyenler, demokrasi adına yapılan bu girişimin, 25 Ocak Devrimi’ni Mısır halkından kaçırmaya çalışan Müslüman Kardeşler’e karşı demokrasinin korunması amacı taşıdığını söylüyorlar. Her şeyi bir kenara koyup değerlendirdiğimizde ise bir Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı’nı görevden aldığını ilan etti. Şüphesiz bütün tartışmaların ötesinde bu bir askeri darbedir. Eski rejim yanlıları olarak nitelendirilen ‘fülul’ları bir kenara koyarsak, devrimden yana olan liberaller, sekülerler, Kıptiler ve Selefi grupların bir kesimi de Mısır Silahlı Kuvvetleri’nin kürsüsünden Sisi’ye destek veren açıklamalar yaptılar. Dolayısıyla aktörlerin kendilerini siyasal olarak yeniden konumlandırdıkları ve siyaset alanının yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanıyor.
“NEDEN KÖTÜ GİTTİ?”
İlk olarak belirtilmelidir ki, Bernard Lewis’in meşhur cümlesinde olduğu gibi “What went wrong?” (Neden kötü gitti?) paradigmasını takip ederek, ‘devrilmiş’ olan Cumhurbaşkanı Mursi’nin veya askerin açıklamasına karşı çıkan diğer bütün grupların siyasal alandaki hatalarının izini sürmek bizleri determinizme sevk edecek ve yaşananların adeta kaçınılmaz olduğu anlamına gelecektir. Bu kaçınılmazlık -bugün Müslüman Kardeşler’e destek veren toplumsal kesimlerin bir anda buharlaşmayacağını ve var olacaklarını kabul edersek-, Mısır’da ve hatta geniş anlamda bütün Ortadoğu’da siyaset alanında hiçbir surette demokrasinin mümkün olmayacağı sonucunu beraberinde getirecektir. Bunun yerine siyasal çatışmanın temel gerilimini tespit edip anlamlandırmak gerekiyor.
BİR ÇATIŞMA EKSENİ OLARAK ‘MEŞRUİYET’
Muhammed Mursi’nin halka hitap ettiği son konuşmasında üzerinde durduğu iki temel husus vardı: “Bu anayasa meşrudur ve ben seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak meşruyum.’’ Konuşmasında tam 74 kez meşruiyet kavramını kullanması da temel iddiasının ve ana çatışma ekseninin meşruiyet olduğunu bize gösteriyor. Öte yandan Genelkurmay Başkanı Sisi’nin açıkladığı siyasi yol haritası ise Anayasa’nın askıya alınması ve Cumhurbaşkanı Mursi’nin görevden alınması şeklinde oldu ki, bu durum da Sisi’nin açıklamasında somutlaşan, muhalefet tarafından Anayasa’nın ve Cumhurbaşkanı’nın meşru olarak değerlendirilmediğine işaret ediyordu. Mısır Silahlı Kuvvetleri’nin kürsüsünden açıklama yapan muhalif aktörler de bu yol haritasını teyit eden açıklamalar yaptılar. 30 Haziran’daki eylemlere çağrı yapan Temerrüd (İsyan) Hareketi’nin Mursi’yi “diktatör” olarak nitelendirmesi de bu meşruiyet çatışma eksenine vurgu yapıyordu. Muhalefetin temel iddiası da Mursi’nin meşruiyetini yitirdiğine yönelikti. Öyleyse iki soru karşımıza çıkıyor: Anayasa ve Cumhurbaşkanı meşru muydu?
Her ikisini de prosedürel açıdan değerlendirdiğimizde, anayasa halk oylamasına sunulmuş ve uluslararası gözlemcilerin de teyit ettiği şekilde adil bir referandum sonucunda kabul edilmişti. Anayasa taslağını hazırlayacak Kurucu Meclis de aynı şekilde adil seçimlerin sonucu olarak çalışmaya başlamıştı. Buna ek olarak, geçen yıl yürürlüğe giren bir Anayasa olması nedeniyle, toplumsal değişimin karşısında statükonun desteğiyle varlığını sürdürdüğünü düşünmek de mümkün görünmüyor. Aynı şekilde uluslararası gözlemciler tarafından teyit edilen seçimler sonucunda Muhammed Mursi ikinci turda Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Öyleyse prosedürel olanın dışında bir meşruiyet çatışma ekseninden söz etmek gerekiyor. Çünkü hem Anayasa için hem de Cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılan eleştiriler prosedürel meşruiyet anlamında maddi eleştirilere dayanmıyor.
MÜBAREK VE BARADEY’İ AYNI ÇİZGİDE BULUŞTURAN SÖYLEM
Hüsnü Mübarek’in kendisini deviren Tahrir Meydanı’na bu süreçte selam gönderdiği ve meydandakileri “demokrasi” mücadelesinde tebrik ettiği bir sürecin ardından bütün muhalefet bileşenlerinin ortak sözcü olarak seçtikleri ‘liberal’ muhalefet lideri Baradey, Mısır Silahı Kuvvetleri’nin kürsüsünden Mısır halkına seslendi. Sürecin tamamına bakıldığında 25 Ocak Devrimi’nin önemli aktörlerinden biri olan Baradey’le Hüsnü Mübarek’i aynı çizgide buluşturan bir meşruiyet eleştirisinden söz ediyoruz. Meşruiyet krizinin karşı tarafında ise Müslüman Kardeşler’in ana gövdesini oluşturduğu Meşruiyet için Ulusal Koalisyon yer alıyor. Bu cephe ise son parlamento seçimleri göz önüne alınırsa yüzde 65 civarında bir seçmen kitlesini temsil ediyor ve ağırlıklı olarak İslamcı siyasal aktörlerden oluşuyor. Geriye dönüp bakıldığında aynı cephenin Kurucu Anayasa Meclisi’nde de geçerli olduğunu görüyoruz.
AVRUPA’NIN NÜKSEDEN ‘ZİHNİ PATALOJİ’ TUTUMU
Bugün Mısır’da oluşan ve bölgeyi de etkilemesi beklenen siyasal çatışma ekseni, entelektüel tartışma boyutu uzun yıllara dayansa da, siyasal alanda maddi olarak Arap Baharı’yla birlikte tartışılmaya başlanan “İslamcılar’ın meşru siyasi aktör olarak kabul edilip edilmemesine” dayanıyor. İslamcılığın modernliğin bir sonucu olduğuna dair Batı siyaset bilimi literatüründe geniş bir uzlaşı olsa da, bu sonuç olma durumu, bir tür patoloji olarak algılanıyor. Modernliğin “Dünya’nın büyüsünün kaçması” olarak algılandığı paradigma içerisinde bazı insanlar için nasıl oluyor da “Dünya’nın büyüsü neden hâlâ kaçmıyor?’’ denilerek, İslamcılığın patolojik olduğu vurgusu yapılıyor ve bu patolojinin devletin bütün ‘zor’ aygıtları kullanılarak tedavi edilmesi gerektiği sonucuna varılıyor? İki sene gibi toplumların tarihi açısından çok kısa bir sürede Arap Baharı’nın demokrasi getiremeyeceğine yönelik yazılanlar İslamcılığın patoloji olduğuna yönelik var olan bakış açısının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Tarihsel bir özdeşlik kurmak gerekirse, nasıl 1830 Halkların Baharı eylemlerinde Avrupa’da aynı zihni patoloji tutumu Marksistlere yöneltildiyse ve sol siyaset aktörleri uzun yıllar meşru siyasal aktör olarak kabul edilmediyse, bugün de Arap Baharı’nın başına Mısır’da gelenler İslamcıların meşru siyasi aktör olarak kabul edilmeyişinin bir sonucudur.
Tarihin akışı içerisinde bugün gelinen nokta itibariyle demokrasi içerisinde mücadeleyi bir esas olarak kabul eden Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı grupların kendilerini siyaset alanı içerisinde konumlandırdıkları yer, İslamcı olmayan aktörler için de bir kazanım olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu şekilde 25 Ocak Devrimi’nin ilkeleri korunabilir. Aksi halde İslamcılar meşru siyasi aktör olarak kabul edilmedikçe ve İslamcılık bir tür patoloji olarak savunulduğu sürece, İslamcı siyaset geleneğinin önemli bir aktör olduğu hiçbir ülkede demokratikleşme mümkün olmayacaktır.
Bugün Mısır’da yaşananlar da İslamcıların meşruiyetinin modern siyaset düşüncesi içinde yarattığı “modernliğin sonucu olan bir patoloji” çelişkisinin Arap Baharı’yla maddi siyaset alanına bir yansımasıdır ve İslamcı olmayan Mısırlı siyasi aktörler siyasal çatışma eksenini meşruiyet üzerinden kurarak bu patoloji söylemini yeniden üretmişlerdir.