Demokratik açılım, PKK ile mücadelede, silahsızlanma seçeneğini imha ihtimaline önceleyerek, PKK'nın silah bırakmaya zorlanmasını / razı edilmesini öngörüyor. Haziran başından itibaren artan şiddet ve terör, demokratik açılım sürecinin AKP tarafından başlatılmasından bu yana söylemsel bir hegemonya oluşturan demokratikleşme perspektifine yönelik bazı tereddütlerin yaşanmasına yol açtı. Bir kısım terör uzmanımız, güvenlik perspektifinin çeyrek asırdır bu ülkenin sorunlarını nasıl kangrenleştirdiğini unutup tekrar o karanlık yılların akıl tutulması yaşayan Türkiye’sine dönüş çağrısı anlamına gelecek önerilerde bulunuyor. Bu çerçevede, Kürt meselesi ve PKK ile mücadeleye dair Türkiye’nin yönetme performansının bir muhasebesini yapıp demokratik açılım sürecinin hangi koşullarda ve ne vaat ederek ilan edildiğini hatırla(t)makta yarar var.
Kestirmeden söyleyelim: Demokratik açılım, hem Kürt sorunu hem de PKK’nın silahsızlandırılmasında, süregelen devlet politikasından farklı bir politikayı öngördüğü için, toplumda 25 yıldır çözülemeyen bu sorunun çözülebileceğine dair bir umut oluşturdu. Demokratik açılım, devletin her iki sorunla da yüzleşmesinde esaslı bir değişimi ifade ediyor. Nitekim Kürt sorunu ve PKK ile mücadelede eski ve yeni siyaset tarzının isimleri, bu iki politika arasındaki temel farkı ortaya koyacak nitelikte. Eski politikalar “güvenlik perspektifi” olarak isimlendirilirken yeni dönem politikalar “demokratik açılım” olarak isimlendirildi. Bu isimlendirilmelere bakıldığında, Kürt sorunu ve terörle mücadelede, yaşanan politika değişikliğinin en önemli unsurunun, güvenlik-demokrasi dengesini yeni baştan kurgulamak olduğu açık. Eski siyaset tarzında demokrasi güvenliğin güdümündeyken, yeni siyaset tarzı güvenliği demokrasinin emrine vermeyi vaat ediyor. Bu kısa girişten sonra, demokratik açılımın hangi koşullarda gündeme geldiğine ve ne anlam ifade ettiğine bakabiliriz.
Güvenlik paradigması
Güvenlik perspektifi, Kürt sorununu da, PKK’yı da, güvenlik öncelikleri ve tedbirleriyle yönetmeyi öngörüyordu. Bu perspektif, sorunlara asayiş penceresinden baktığı için, Kürt sorununu terör sorununun bir türevi ve sonucu olarak kodlayarak, iki unsur arasındaki neden-sonuç ilişkisini tersine çevirdi ve bütün önceliğini terörle mücadeleye hasretti.Terörle mücadele, sadece ve basitçe, PKK’nın dağ kadrosunu etkisiz hale getirmek olarak algılandı. Bu perspektifle, OHAL yönetimi altında, bütün bölge yıllarca “cephe” ve “mevzi” mantığıyla yönetildi. PKK’nın hareket kabiliyeti gözönüne alınarak bölge üzerinde yapılan tasarruflar, öngörülenin aksine, PKK’nın daha kolay taban bulmasına ve güçlenmesine yol açtı. Bu fasit daire, böylece sürüp gitti. Güvenlik perspektifinin Kürt sorunu ve terörle mücadele bağlamında uyguladığı politikalar, her iki unsurun dinamiklerini de derinleştirdi ve büyüttü. Kürt sorunu siyasallaştı, PKK ayakta kalmayı başardı ve taban bulmayı sürdürdü. Bu süreç boyunca, özellikle 1984, 1990 ve 1999’da devletin Kürt meselesi ve PKK’ya ilişkin politikalarını gözden geçirmesini gerektiren birçok kritik viraj alındı. Devlet Kürt meselesi ve PKK’ya ilişkin meydana gelen bu hayati gelişmelere uygun dinamik bir strateji değişikliğine gitmekten geri durdukça, Kürt sorunu da, PKK da ülkenin en önemli ve kronik meselesine dönüştü.
2002’den itibaren AKP, bir yandan AB süreci çerçevesinde demokratik standartları yükselterek, öte yandan da ekonomik ve sosyal politikalar geliştirerek, isim koymadan güvenlik paradigmasını aşmaya yönelik uygulamalar gerçekleştirdi. Güvenlik paradigmasıyla özdeşleşen birçok uygulama kaldırıldı, bölgenin idari personel yapısı iyileştirildi, ekonomik kalkınmaya yönelik tedbirler devreye sokuldu. AKP’nin söylem ve politikalarının süregelen güvenlik tedbirlerinden daha etkili sonuçlar ürettiğini gören güvenlik bürokrasisi de, bu strateji değişikliğine uyum gösterdi. Eşzamanlı olarak, devletin siyaset değişikliğinin ve uluslararası koşulların PKK’nın varlığını tehdit etmesiyle, PKK silahsızlanmaya dair koşulları dillendirmeye başladı. Böylece, PKK ve Kürt meselesinde yeni siyaset dönemi başladı. Bu siyaset değişikliği, Ağustos 2009’da demokratik açılım olarak isimlendirildi.
Demokratik açılım
Demokratik açılım sürecinin özünü, Kürt meselesi ile PKK’nın birbirlerinden ayrıştırılarak ele alınması ve her iki unsurla alakalı kısır politikalar yerine dinamik ve üretken politikaların devreye sokulması oluşturuyor. İki mesele de siyasetin devreye girmesini ve güvenlik tedbirlerinin bir siyasal aklın rehberliğinde uygulanmasını ifade ediyor. Demokratik açılım, Kürt meselesinin ekonomik, toplumsal ve kültürel unsurlarının yanı sıra siyasal niteliğinin de artık kabul edilmesini ve demokratik standartların yükseltilmesinin bu siyasal talepleri karşılayabileceğini öngörüyor. Kürt sorununun Türkiye’nin genel demokratikleşme problemlerinin bir sonucu olduğu varsayımıyla, siyasal hayatın topyekûn demokratikleştirilmesiyle bu sorunun da çözülebileceğini öngörüyor. Bu çerçevede, vesayet sisteminin sonlandırılması, çetelerle mücadele, siyasal hayatın sivilleşmesi ve kimlik problemlerinin çözümü aynı demokratikleşme hamlesinin farklı yansımaları olarak ele alınıyor.Demokratik açılım, PKK ile mücadelede ise, silahsızlanma seçeneğini imha ihtimaline önceleyerek, PKK’nın silah bırakmaya zorlanmasını (veya razı edilmesini) öngörüyor. Bu bağlamda, PKK ile mücadelede demokratik açılımın güvenlik paradigmasından en önemli farkı, 25 yıllık silahlı mücadeleye ve düşük yoğunluklu savaşa rağmen bitirilemeyen PKK’nın, silah bırakmaya mecbur (veya razı) edilmesi seçeneğini gündemine alması. Bu siyaset değişikliği, farklı iç ve dış dinamikler dolayısıyla, silahlı mücadelenin hak arama yöntemi olarak geçerliliğini yitirdiği günümüz Türkiye’sinde, PKK’ya silah bırakması karşılığında ovada siyaset yapma olanağı tanıyor. Bu paragrafta PKK ile mücadelede siyaset değişikliği olarak yansıttığımız düşüncelerin bir karara henüz varmadığı, ancak tartışmanın temel odağını belirlediği de söylenebilir. Böyle olsa bile, PKK ile mücadelede, eski siyasetin geçersizliğinin kabul edildiği, yeni siyasetin muhtemel parametreleri üzerinde ise, yoğun tartışmaların yapıldığı ortada. Muhtemelen, sürecin bu aralar tıkanmasının en önemli nedeni de, bu tartışmaların henüz bir karara varamamış olması.
Bu siyaset değişikliği ilan edileli, yaklaşık bir yıl geçti. Bugün yine şiddet ve terörü konuştuğumuza göre, açılım sürecinin henüz umulan sonucu doğurmadığı açık. Ancak, umulan sonucun henüz alınmayışının faturasını açılım siyasetinin doğasına çıkarmak yerine, Türkiye’nin siyasal hayatını şekillendiren iç ve dış birçok dinamiğin etkisiyle açılımın henüz tam anlamıyla uygulanamamış olmasına çıkarmak gerekir. Bu nedenle, açılım siyasetinin kendisini sorgulamak yerine süreci sorgulamak daha doğru olacaktır.
Unutmayalım ki, Kürt sorunu ve PKK’nın ülkenin gündeminde ağırlığını hissettirdiği günden bugüne kamuoyunu en fazla umutlandıran siyaset, demokratik açılım siyasetidir. Türkiye’nin bu sorunlarla yüzleşme pratiğine ve bu pratiğin ürettiği sonuçlara bakıldığında, açılım siyasetinin ülkenin geleceği açısından bir tercihten ziyade, zorunluluk olduğu açık. Hükümet, açılım sürecinin arkasında olduğunu, bu sürecin milli birlik ve huzuru sağlayacağına dair inancını koruduğunu en vurgulu beyanlarla deklare ettiğine göre, bugüne kadarki süreci bir irade beyanı olarak kabul edip bu irade beyanının eylem planına dönüşmesi için ne yapılması gerektiğine yoğunlaşmamız daha doğru olacaktır.