Son yıllarda dünya ekonomisinin ticaret, finans ve üretim alanlarında gittikçe derinleşen çok yönlü entegrasyon süreçleri, uluslararası piyasalarda ve ticarette konumlarını korumaya ya da iyileştirmeye çalışan tüm ülkeleri uluslararası rekabet güçlerini arttırmaya zorlamaktadır. Bu amaca yönelik olarak, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın koordinasyonunda çeşitli kamu kuruluşları ve ilgili sektörel kuruluşlar ile sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla 2011-2014 yıllarını kapsayan “Sanayi Strateji Belgesi” hazırlanmıştır. Bu belgede sanayide yüksek katma değerli üretim yapısına geçişin ve yüksek rekabet gücünün sağlanması amacına yönelik “Orta ve Yüksek Teknolojili Ürünlerde Avrasya’nın Üretim Üssü Olmak” vizyonu ön plana çıkarılmıştır. Sanayi Strateji Belgesinin yatay politika alanlarının ve eylem planlarının değerlendirilmesi yapıldığında, eksiklikler görülmekle birlikte genelde doğru ve bilinçli hedeflere odaklanıldığı sonucuna varılmıştır. Yine de, bu hedeflere yönelik hazırlanan eylem planının yetersizliği dikkat çekmektedir. Aynı şekilde, sektörel stratejilerin de henüz tam anlamıyla olgunlaşmamış olduğu görülmüştür. İmalat sanayinde özel kesim içindeki en büyük 100 firmanın (ve ilk 10 firmanın) son yıllardaki durumu, ülkeye kazandırdıkları katma değer ve bilgi birikimi araştırıldığında da, özellikle bilgi ve üretim teknolojileri açısından katkılarının yok denecek kadar az olduğu ortaya çıkmıştır. Analiz sonucunda önerilen sanayi politikaları, sanayi strateji belgesinin hedefleri ve eylem planı ile birlikte değerlendirildiğinde, uygulamada daha başarılı olabilecek bir stratejinin ortaya çıkacağı öngörülmektedir.
***
Son yıllarda dünya ekonomisinin ticaret, finans ve üretim alanlarında gittikçe derinleşen çok yönlü entegrasyon süreçleri, uluslararası piyasalarda ve ticarette konumlarını korumaya ya da iyileştirmeye çalışan tüm ülkeleri uluslararası rekabet güçlerini arttırmaya zorlamaktadır. Özellikle BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkeleri ve yükselen ekonomilerin giderek artan ekonomik ve siyasi ağırlıkları çerçevesinde, ulusal karar alıcılar ülkelerinin rekabet güçlerini ve üretimlerinin katma değerini artıracak şekilde, başta sanayi olmak üzere tüm sektörlerdeki üretim politikalarında, köklü değişim ve dönüşümleri koordine etmek durumundadır. Dünya ekonomisinde süregelen “küresel oyun”a entegre olan her ülke, tüketim malları, ara mallar, sermaye ve işgücü sağlamada ticaret yaptığı ülkelere bağlı durumda olduğu gibi, aynı zamanda ticaret yaptığı diğer ülkeleri de mallarını satabileceği birer pazar olarak algılamaktadır. Bu küreselleşme eğiliminin, bilişim ve iletişim teknolojileriyle desteklenmesiyle birlikte, firmalar ve ülkeler giderek daha çetin rekabet şartlarıyla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu durumda, Türkiye ekonomisinin tüm sektörlerinin ve özellikle sanayinin mevcut yapısının ve rekabet gücünün dünya piyasalarındaki bu gelişmelere uyum sağlaması, bu uyumu nasıl sağlayabileceğinin anlaşılması ve bu yönde üretim yapısında önümüzdeki yıllarda ne oranda bir yapısal dönüşüm gerçekleştirmesi gerektiğinin ortaya çıkarılması büyük önem arz etmektedir.
Sanayileşme genel anlamda, üretim kaynaklarının tarımsal üretimden endüstri ve hizmetler kesimlerine aktarılması, teknik işbölümünün gelişmesi ve teknolojik ilerlemeyle hızlı ve çok miktarda üretimin sağlanması, bu yolla gelir ve refah seviyesinin arttırılması olarak anlaşılmıştır. 19. yüzyılın sonlarında İngiltere’de başlayan sanayi devrimiyle birlikte tüm toplum yapısı üretim sistemindeki değişmeye göre yeniden şekillenmiştir. Sanayi devrimini ortaya çıkaran ve sağladığı olanakları daha başlangıçtan itibaren kullanmaya başlayan ülkelerde hızlı bir şekilde sanayileşme ve sanayi toplumu yaratma gayreti oluşmuştur. Bu durumun beraberinde getirdiği sosyal, ekonomik ve teknik sorunların aşılabilmesi için ortaya konan çözüm arayışları, her gün yeni teknolojilerin geliştirilmesine ve bunun yanında toplumsal yaşamın yeniden şekillendirilmesine neden olmuştur. Sanayi devrimini zamanında fark edemeyen veya yakalama olanağı bulamayan ülkeler ise, 1929 Krizi ve hemen sonrasındaki İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği olumsuzluklar, sosyal ve ekonomik sorunlar nedeniyle, sanayileşme hamlelerine ancak 1950’li yıllarda başlayabilmişlerdir. İkinci dünya savaşı sonrasında hızlı sanayileşmeyi başaran Almanya ve Japonya gibi ülkelerde Keynesçi refah politikaları temel olurken, geç sanayileşen ülkelerde ise planlamacı ve ithal ikameci sanayileşme politikaları izlenmiştir. Gümrük koruması ile rekabet gücü düşük yerel sanayilere rekabet gücü sağlayacak bir ortam yaratmak ve böylece ithal edilen ürünlerin yerine yerli sanayi tarafından üretilen ürünlerin pazar payının artmasını sağlamak bu stratejinin ana felsefesini oluşturmaktadır. Aslında ABD ve Almanya’da 19. yüzyıl boyunca ve Japonya’da 1970’li yıllara kadar yoğun ithalat kontrolü ve kısıtlamaları uygulanmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde ise 20. yüzyılın sonlarına kadar gümrük korumacı tarifeler uygulanmıştır. Başlangıçta ithal ikameci sanayileşme politikalarının, hızlı büyüme ve sanayileşme sağlamış olmasına karşın 1970’lerin sonlarında petrol krizlerinin de etkisiyle ekonomik yapının zorlandığı ve sanayinin gelişmesinde yetersiz kaldığı görülmüştür. Gümrük duvarları ile korunan yerli sanayinin kaliteye, Ar-Ge faaliyetlerine önem vermediği, ürün geliştirmekte yetersiz kaldığı ve bu nedenle küresel rekabet şansını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı anlaşılmıştır. Bu sonuçlar da, ihracata yönelik sanayileşme ve büyüme politikalarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1980’lerde uygulanmaya başlanan bu sanayileşme modeline göre, dış ticaret serbestleştirilerek uluslar arası rekabetin ve yenilik geliştirme ihtiyacının önü açılmış olacak, ihracat için gerekli ara malları ve hammaddelerinin temini ise azaltılan gümrük vergileri ve kotalar sayesinde kolaylaşacaktır. Devlet de, altyapı yatırımları, nitelikli işgücünün eğitimi ve sağladığı teşviklerle ihracatın artırılmasına katkı sağlayacaktır. Özellikle Güney Doğu Asya ülkelerinin, bu sanayileşme stratejisi ile hızlı bir şekilde kalkındıkları iddiası literatürde sıkça işlenen bir konu olmuştur. Ancak dış talep miktarına oldukça bağlı olan bu model, uygulayan ülkeleri dış gelişmelere ve istikrara bağımlı hale getirmiştir. Nitekim 1997’deki Asya krizi bu ülkelerin tüm ticaret ortaklarını önemli ölçüde etkilemiştir....