SETA > Yorum |
DAEŞ le Mücadelede Master Plan

DAEŞ’le Mücadelede Master Plan

Doğrudan sivilleri hedef alan ve mesajını Türkiye üzerinden uluslararası aktörlere ulaştırmaya çalışan bir DAEŞ terör stratejisi ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin, uzun bir stratejik soruna dönüşme ihtimali yüksek olan DAEŞ’le mücadelede bir master plana ihtiyacı var.

İstanbul, Dakka, Bağdat ve Medine’de bir hafta içinde peş peşe meydana gelen kanlı terör saldırıları DAEŞ’in terör stratejisindeki yeni tutumuna dair iki noktayı ön plana çıkardı. İlki örgütün hem Suriye’de hem de Irak’taki hayat sahasının giderek daralması. Bu daralmanın bir sonucu olarak örgüt bir taraftan toprak ve militan kaybederken diğer taraftan da yeni yabancı savaşçı çekme konusunda eskisi gibi beklediğini bulamıyor. Yani askeri olarak DAEŞ giderek zayıflıyor ve ciddi bir beka sorunuyla karşı karşıya.İkinci önemli nokta ise örgütün hayat sahasının merkezinde yer alan Suriye ve Irak’tan oluşan iç coğrafi halkada beka sorununu aşmak için yakın coğrafi halkada kaos temelli terör eylemlerine başvurarak "Askeri olarak beni yenseniz bile hala size dünyayı dar etme kapasitem" var mesajı vermesi. Nitekim son saldırıların yayıldığı coğrafi alana, hedeflerindeki rastgeleliğe ve eylemleri gerçekleştiren teröristlerin profillerine bakıldığında bu durum hemen anlaşılıyor. Söz konusu dört merkezde yapılan terör eylemlerinin yanı sıra son haftalarda gerek Türkiye merkezli gerekse de diğer ülkelerde engellenen muhtemel saldırılardaki hızlı artış ve çeşitlenme, söz konusu stratejik hedefteki değişimi daha da belirgin hale getiriyor. Bir de buna 2015yılından bu yana hedef kitlesine örgütün yaptığı;" Irak’a ya da Suriye’ye gelmenize gerek yok, bulunduğunuz yerlerde de eylem yaparak halifeliğin bir parçası olabilirsiniz" çağrısı eklendiğinde bu strateji tam anlamıyla yerli yerine oturuyor. Dolayısıyla DAEŞ terör saldırılarını bir çıkış strateji olarak daha fazla devreye sokmaya başladı.

ÇOK BOYUTLU TEHDİT
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, DAEŞ’in terör saldırılarında eylemlerin mümkünlük koşullarını sağlayan dört ana kategori var. Birinci eylem evreni iç savaşın devam ettiği sahalardan oluşuyor. Suriye ve Irak bu kategorinin içinde yer aldığı gibi diğer bölgelere terör eylemcisi ihraç etmesi bakımından da yaşamsal iki ülke özelliği gösteriyor. İkincisi ise Irak ve Suriye dışında örgüte bağlı vilayetler aracılığıyla yaptığı eylemler. DAEŞ, Libya başta olmak üzere Mısır, Somali ve Cezayir’in dahil olduğu ülkeler başta olmak üzere toplam 21 vilayet aracılığıyla terör eylemlerini gerçekleştirme potansiyeline sahip. İlk iki kategori merkeze, komuta ve kontrol şeklinde yapısal olarak bağlı olması bakımından dikey bir hiyerarşi içinde doğrudan saldırılar gerçekleştiriyor. Üçüncü ve dördüncü kategori ise sırasıyla diğer terörist örgütler ile gizli hücrelerden oluşan sempatizan kitlesinin yer aldığı eylem evreni.

Türkiye, örgütün hem değişen terör stratejisi hem de eylem evreni açısından ele alındığında hedef ülkelerin ilk sıralarında yer alıyor. Bu durum bir bütün olarak Türkiye’yi yakın vadeli ciddi güvenlik riskleriyle karşı karşıya bırakabilir. Daha da kötüsü, DAEŞ’in Türkiye için baş etmesi zor ve uzun bir stratejik soruna dönüşme ihtimalinin giderek daha fazla ortaya çıkmış olması. Bu sorunu aşmak için Türkiye’nin DAEŞ’le mücadelede bir master planına ihtiyacı var. Zira DAEŞ tehdidi Türkiye için çok boyutlu bir noktaya gelmiş durumda.

DAEŞ’in Türkiye’ye yönelik tehdidinin çok boyutlu karakterini ortaya koymak için öncelikle meseleyi ne askeri ne polisiye ne de radikalleşme ekseninde hızla genleşme temayülü gösteren tek bir soruna indirgememek gerekir. Türkiye daha ziyade hibrid bir DAEŞ problemi ve tehdidi ile karşı karşıya. Hibrid bir sorun olarak DAEŞ Türkiye için, terör ve aşırı şiddet sorununun bütün tefrik edici özelliklerini bir arada barındırması bakımından çok boyutlu bir nitelik arz ediyor. Çok boyutluluğun ilk düzlemi, DAEŞ’in Türkiye’ye yönelik oluşturduğu güvenlik risklerinin çeşitliliği. İlk başta gelen tehditlerden biri, örgütün taktikleri, hedefleri ve eylemlecilerin profilleri bakımından merkez komutadan ayrı gibi gözüken Türkiye’de gerçekleştirdiği bombalı saldırı eylemleri. Suruç’tan İstanbul Atatük Havaalanı’na kadar geçen süre içinde yapılan yedi saldırıda; hedeflerin giderek çeşitlendiği, eylemlerin gerçekleştirilme biçimlerine dair taktiklerin daha sofistike ve uzun planlama dönemi sonucunda oluştuğu, en önemlisi de eylemci profillerinin Türk vatandaşlarından giderek çok-milletli bir ağ içinde ya da bu ağın bizzat elemanları tarafından hayata geçirildiğine şahit olduk. Bombalı saldırıların hepsi de DAEŞ’in Türkiye’de eylemleri planlayacak kadar gizli bir hücre yapılanmasına, zamana, lojistiğe, ekipmana ve insan gücüne sahip olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla doğrudan sivilleri hedef alan ve mesajı giderek Türkiye üzerinden uluslararası aktörlere ulaştırmaya çalışan bir DAEŞ terör stratejisi ile karşı karşıya olduğumuzun bilinmesi gerekir.

EVSİZ YTS’LER SORUNU
Atatürk Havalimanı’na yönelik saldırıda çeşitlik ve değişim bakımından tam bir kırılma ortaya çıktı. Hedef daha stratejik, mesaj daha küresel, taktikler hibrid, eylemci profili ise yabancı terorist savaşçılardan oluşan çok-milliyetli bir nitelik arz ediyordu. DAEŞ’in Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditlerinin çeşitliliği bununla da sınırlı değil. İkinci büyük tehdit yabancı terörist savaşçılardan (YTS) kaynaklanıyor. DAEŞ’in Suriye’de genişlemesi ve sözde halifeliğin ilanından hemen sonra bu tehdit tek yönlü bir sorun gibi gözükürken artık tehdidin iki yönlü olduğu ortaya çıkmış durumda. DAEŞ saflarında yer alan Türkler tehdidin bir yüzünü gösteriyor fakat asıl tehdidin, geldikleri ülkelere geri dönme imkanı kalmayan ‘evsiz ya da vatansız’ YTS’lerden geldiğini ve bundan sonra geleceğini söylemek abartılı olmaz. Bu nedenle evsiz YTS sorunu gerçekte sadece Türkiye’nin geri dönüş güzergahı olarak görülmesiyle ilgili bir durum değil. Eğer sözde halifelik bayrağı altında ölmediler ise ellerindeki toprakları kaybettikçe ve yaşam alanı bulamadıkça her türlü yumuşak hedefi Türkiye dahil yakın coğrafi halka içinde gerçekleştirecekleri bir çıkış stratejisi arayacakları oldukça açık. Daha da önemlisi bu durum Türkiye için bir bütün olarak sınır güvenliği başta olmak üzere, söz konusu YTS’lerin Türkiye içindeki potansiyel DAEŞ hücrelerini kontrol ederek yönetmeye çalışacakları orta vadeli bir tür ‘Türkiye DAEŞ’i’ sorunu ortaya çıkarabilir. Böylesi bir ihtimal DAEŞ’i bir anda külli bir güvenlik sorununa dönüştürebilir.

Öte yandan DAEŞ saflarında Suriye iç savaşında yer almış Türklerin, eğer savaş alanında ölmedilerse geri dönme ihtimalleri bu sorunu daha da çetrefilli bir noktaya ulaştırır. Saldırganların hemen hemen hepsi de Türkiye’de belirgin bir sosyal ağın içinde yer alırken istinasız Suriye’de bulunmuş kişilerden oluşuyor. Suruç ve Ankara saldırıları sonrasında gerçekleştirilen yurt içi operasyonlar sonrası tutuklanan kişilerin sorgu tunakları incelendiğinde bu ağın nasıl bir yapıya kavuşturulmaya çalışıldığını görmek mümkün. Özellikle son aylarda İstanbul, Ankara, Gaziantep, Kilis ve İzmir gibi illerde gerçekleştirilen emniyet merkezli operasyonlar ile güvenlik güçleri tarafından Suriye sınırında yakalan kişilerin profilleri dikkate alındığında bu riskin boyutunu daha net bir biçimde görmek mümkün. YTS’lerin geri dönüşlerine dair yapılan araştırmalarda bu kişilerin geri döndükten sonra kendini gizleyerek topluma entegre olma oranları 9’da 1. DAEŞ gibi terör yapısının içinde yer alan kişiler döndükten sonra genellikle hedeflerini potansiyel bir radikal militan olarak bulunduğu ülkeye yönelterek terör eylemlerine devam ediyor.

Türkiye’nin çok-boyutlu DAEŞ problemini oluşturan üçüncü unsur ise tam da bu noktadan itibaren başlıyor: Radikalleşme sorunu. Radikal bir DAEŞ sempatizanı ya da militanı politikayı en son çözüm aracı olarak gören ve bunun yerine aşırı şiddet kullanmayı koyan bir kişi olarak tanımlanıyor. Bir de buna DAEŞ’in sözde halifelik ekseninde kurguladığı son derece köktenci ve ‘tekfirci mesiyanik’ bir ideoloji eklendiğinde politik tüm araçlar yerini askeri ve terör taktiklerine bırakıyor. DAEŞ’in bu anlamda Türkiye’yi bir bütün olarak "öteki" ilan ettiğini, bu ötelik kodlarının ortaya koyduğu bütünsel mesajın Türkiye’deki bazı guruplar tarafından dolaşıma sokulduğunu da hatırlatmakta fayda var. Sadece kendi yazılı medyası aracılığıyla değil aynı zamanda Türkiye’deki ‘uzantıları’ aracılığıyla bu mesajın konsolide edilmesi radikalleşme sorununun bir sosyolojik sorun olmaktan çıkarak hayati bir güvenlik sorununa dönüştürüyor.

Bir bütün olarak eylem yapma kapasitesi, YTS sorunu ve radikalleşme gibi üç ayaklı bir DAEŞ problemiyle başetmek ise hiç de kolay gözükmüyor. Bu üç sorunun da birbirini sıkı bir biçimde destekliğini akılda tutarak Türkiye’nin acil bir biçimde DAEŞ’le mücadelede bir tür master plan hazırlamaya ihtiyacı var. Öncelikli olarak sorunun hibrid karakterinin farkında olarak kurumlararası entegrasyonu dikkate alan bir mücadele strateji belgesi oluşturmak gerekiyor. Türkiye’de hali hazırda böylesi bir plan tam manasıyla ortaya koyulmadı. Öte yandan YTS’lerle mücadelede Türkiye, aldığı önlemlerin bir sonucu olarak yeni geçişleri engelleme konusunda önemli bir yol aldı. Ancak bu mücadelenin geri dönüşler açısından hala büyük bir risk teşkil ettiğini görmek gerekir. Bu nedenle başta Türk vatandaşları olmak üzere YTS’lerin yakalanması veya tespit edilmeleri durumunda yargılanmalarına dair hukuksal düzenlemelerin ivedilikle yapılması gerekiyor. Radikalleşme ile mücadele ise daha kapsamlı bir şekilde bu master planın en önemli ayaklarından birini oluşturmalı. Elbette kapsamlı bir master mücadele planın üzerinde konuşulması gereken birçok başka noktası da var. Şimdilik bu meselenin üzerinde daha fazla düşünülmesi gereken acil bir tehdit olduğunu anlamak bile var olan mücadeleyi daha etkin bir noktaya taşıyacaktır.

[Star Açık Görüş, 9 Temmuz 2016].