Bir siyasi parti ya da siyasetçi ne yaparsa meşru siyasetin sınırlarını aşmış olur? Bir siyasetçi farklı birçok değeri ya da siyasi çizgiyi savunabilir. Muhafazakâr olabilir, milliyetçi olabilir, solcu olabilir, hatta feminist bile olabilir. Ancak devlet ve toplum düşmanı olamaz. Devletine ve toplumuna sırtını dönen, devletin ve toplumun düşmanlarıyla kol kola giren bir siyasetçi haddini aşmış olur. Siyasetçi çok iyi bilir ki bizden olmayan herkes kategorik olarak düşmanımızdır. Düşmanla yan yana durmak ise bizden olmamanın bir ilanıdır.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun böyle bir problemi var. Kendisi için "koltuğu kaybetmemek adına çok tehlikeli sularda yüzmeye başladı" deniyor. Bana göre ise durum biraz daha farklı. Kılıçdaroğlu'nun seçim kazanmak ya da en azından kaybetmemekten çok daha büyük hedefleri var. Koltuk için insan devletinden ve toplumundan bu kadar uzaklaşabilir mi? Koltuk için insan bu kadar zillete katlanabilir mi? Özellikle de bu "yeni" CHP'nin koltuğuysa. Hiç sanmıyorum.
Mesele basit bir kişisel çıkar ve ikbal meselesi değil. Böyle düşünürsek Kılıçdaroğlu'na haksızlık etmiş oluruz. Neden böyle düşünüyorum? Sebebi şu: Ne zaman millet iradesi siyaseti belirlemeye başladı Kılıçdaroğlu sinsi bir kaset kumpasıyla Türkiye'nin ve de CHP'nin başına bela edildi. Yaklaşık on yıldır yerli ve milli olan ne varsa onun karşısında durdu. Millet iradesini zayıflatmak adına yapmadığı iş, girmediği kılık kalmadı. Karaoğlan oldu, Gandi oldu, Köroğlu oldu. Gün geldi kritik zamanlarda emperyal merkezleri ziyaret etti, direktif aldı. Toplumda kargaşa yaratacak işlerin, söylemlerin altına imza attı. Gün geldi Türkiye'ye terörist devlet imasında bulundu, gün geldi teröristler için adalet diye yollara düştü.
Bununla da yetinmeyip CHP'nin de altını oydu. Partisinin devlet ve toplumla bağını organize bir şekilde zayıflattı. DSP'nin Atatürkçülük üzerinden Kılıçdaroğlu'nu hedef alması boşuna değil. Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP Atatürk'ün siyasi mirasını –İş Bankası hisseleri hariç– elinin tersiyle bir kenara itti.
Şimdilerde ise devletin bir beka sorunu olmadığını söylüyor. Kılıçdaroğlu'na göre Türkiye PKK, FETÖ, DEAŞ ve DHKP-C gibi terör örgütleriyle mücadele içerisinde değil. PKK'nın Suriye kolu PYD-YPG sınırlarımızın hemen ötesinde çakma bir devletçik kurmak için kıvranıp durmuyor. 15 Temmuz'u ve 17-25 Aralık'ı FETÖ yapmadı, bunlar bir tiyatroydu. Hatta FETÖ diye bir terör örgütü de yok. DEAŞ Türkiye'ye karşı değil, AK Parti iktidarı ile kol kola vermiş güneydeki "çağdaş" toplulukları katlediyor. DHKP-C ise çiçek çocuklardan kurulu, ülkenin aydınlık yüzü.
Bununla da yetinmiyor. Kılıçdaroğlu'na göre Batı medyası, finans merkezleri, küresel siyasi elitler Türkiye'nin çok daha demokratik, çok daha özgür bir ülke olmasına kafayı takmışlar. Bunu kendilerine dert edinmişler. Ülkenin kendi başına bağımsız hareket etme çabasını ise hiç mi hiç sorun etmiyorlar.
Bu saçmalıklara elbette Kılıçdaroğlu da inanmıyor. O da her şeyin farkında. Ülkeyi akli olandan uzaklaştırarak siyasetin normalleşmesini baltalamak, istikrara kavuşmasını engellemek istiyor. O da çok iyi biliyor ki siyaset normalleşirse milli irade kök salacak ve kurumsallaşacak. Milletin sözünün üstünde söz, iradesinin üstünde irade olmayacak. Ülke tuzu kuru bürokratların ve para babalarının oyuncağı olmaktan çıkacak. Dışarıdan yönlendirilen bölünmüş kukla bir devlet olmaktan da kurtulacak.
Böylece Kılıçdaroğlu ve temsil ettiği zihniyete ülke siyasetinde yer olmayacak. Ülkenin bir beka sorunu var, bu beka sorunu Kılıçdaroğlu ve temsil ettiği zihniyetin beka sorunuyla iç içe geçmiş durumda. Ülkenin beka sorununun olması, Kılıçdaroğlugillerin beka sorununun dozajını düşürüyor. Ülkenin beka sorununun ortadan kalkması ise Kılıçdaroğlugillere beka sorunu doğuruyor. Doğal olarak muhalefet için ülkeye beka sorunu çıkarmak, çıkaranlara kol kanat germek ve ülkenin beka sorununu hafife almak temel siyasi strateji oluyor. PKK-HDP ile seçim ittifakı yapmak da bir anomali değil tam tersine bu stratejinin bir parçası.
[Sabah, 9 Mart 2019].