Bu gençlik, sosyal medya üzerinden öyle bir “orantısız zekâ” ile “mizaha” başvuruyordu ki, bunun karşısında muhafazakâr bir iktidarın durması imkânsızdı.
Çünkü onlara göre, muhafazakâr bir iktidarın, muhafazakâr gençlik tabanının bunlarla mücadele etmesi düşünülemezdi. Burada söylemek istedikleri aslında şuydu: “AK Parti seçmenlerinin çocukları teknolojiden uzak, sosyal medyayı kullanamayan ve bu mecralarda mizah üretemeyen gençlerden oluşuyordu.”
Bu çıkarımdan şöyle bir sonuca varıyorlardı: “AK Parti bu gençlik karşısında daha fazla iktidarını koruyamaz.”
Yine onlara göre, o dönemde başbakan olan Erdoğan da bunu gördüğü için sosyal medyaya düşman olmuştu.
Erdoğan’ın sosyal medya düşmanlığına şu cümleleri örnek gösteriliyordu: “Şu anda Twitter denilen bir bela var, yalanın daniskası burada. Sosyal medya denilen şey aslında şu anda toplumların baş belasıdır.”
Bu tespitleri yapan ve Gezi eylemlerine destek veren çevreler, çok geçmeden iktidarı destekleyen ve sosyal medyayı çok iyi kullanan gençleri, “AK troll” olmakla suçladılar. Hatta o dönemde FETÖ medyası başta olmak üzere, hükûmet karşıtı medyada yoğun bir şekilde “AK Parti seçimlere 6 bin kişilik Twitter ordusu ile girecek” başlıklı çarpıtılmış haberler yayınladılar.
Sonraki süreçte de bu çevreler “AK torller” olarak nitelendirdikleri sosyal medya kullanıcılarından bolca şikâyette bulundular. Önce “sosyal medyayı işlevsel olarak kullanamaz” diye küçümsedikleri bu çevrelerden, gün geçtikçe “sosyal medya mecralarını orantısız kullanıyor” diye sızlandılar.
Yazının bu girişi şimdilik burada dursun.
Batıda, uzun süredir, “siyaseti ve demokrasiyi güçlendirmesi ve koruması gereken sosyal medyanın, tam tersine bu alanı maniple ederek zayıflattığı” argümanı üzerinden bir tartışma yürütülüyor.
Tartışma epey bir süre, ABD başkanlık seçimlerine Rusya’nın müdahale iddiası üzerinden yürüdü. Rusya’nın Facebook üzerinden yayınladığı içerikle, 146 milyon kişiye ulaşarak seçimleri etkilediği ve seçmenleri maniple ederek Trump’ın seçimleri kazanmasının sağlandığı iddia edildi.
Son birkaç haftadır ise Batı medyası, “veri güvenliği”, “dark postlar”, “pisikolojik modelleme”, “davranış mühendisliği”, “veri etiği”, psikografik veri” gibi kavram setleri ile seçmenlerin nasıl maniple edildiğini ya da edilebileceğini tartışıyor.
Konunun özeti şu: Cambridge Analytica adlı İngiliz şirketi 50 milyon ABD’linin Facebook’taki kişisel bilgilerini kullanarak 2016 yılındaki ABD seçimlerinin sonucunu değiştirecek şekilde etki etmiş. Hatta bu şirketin sadece ABD seçimlerini değil, İngiltere’nin AB’den ayrılmasının oylandığı “Brexit” referandumunu da maniple ettiği tartışılıyor.
Söz konusu şirket, Facebook’taki tüm kişisel bilgiler üzerinden kullanıcıların karakter özelliklerini ve siyasal eğilimlerini tespit ederek onların davranışını etkileyecek şekilde onlara yine Facebook üzerinden ulaşmış. Seçmen gruplarına göre çarpıtılmış içerikler ve sahte haberler hazırlanarak seçmen davranışları yönlendirilmiş…
Siyasal eğilimlerin sosyal medya üzerinden maniple edilerek hangi ülkelerde dünyada hangi seçimlerin sonucuna etki edildiği tartışması dalga dalga yayılıyor. Bu tartışma yürütülürken bir taraftan da Batıda demokrasinin geleceği tartışılıyor.
Batı bu meseleyi kendi özelinde tartışadursun, ben gelecek yazıda “Türkiye’de seçmen davranışı, sosyal medya üzerinden toplanan 'büyük veri setleri' üzerinden yönlendirilebilir mi?” sorusuna cevap arayacağım.
Bu meseleyi ele alırken, yazının ilk bölümünde değindiğim konuları merkeze alarak ve Türkiye’nin son 8 senedir içinden geçtiği türbülansı da göz önünde bulundurarak bir tartışma yürüteceğim...
[Türkiye, 3 Nisan 2018]