Yoğun ekonomik krizler ve toplumsal problemlerin gölgesinde 2002 yılında seçimlere giren AK Parti, toplum nezdinde önemli oranda kabul görmüş ve girilen ilk seçimde kendisini iktidara taşımıştır. 2002 yılından itibaren on üç yılda beş genel, üç yerel ve bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde ve 2 anayasa referandumunda da başarılı olan AK Parti hem toplum nezdinde hem de küresel ölçekte bir beklenti oluşturmuş ve Türkiye siyasetini uzun bir süre kontrol edecek siyasi projeksiyonlar ortaya koymuştur. Avrupa Birliği üyeliği yolundaki çalışmalar, Kürt sorununun çözümü ve ekonomik gelişmeye yönelik programlar, siyasi ve toplumsal alanda tecrit politikasını kaldırmaya dönük adımlar, farklı etnik ve dini unsurlara yönelik reform çalışmaları, partinin toplumsal meşruiyet üretmesi ve siyasi alanda başarılı olmasını mümkün kılan unsurlardır. Nitekim din-devlet işlerinin rehabilite edilmesi başta olmak üzere siyasetin ve toplumsal alanın demokratikleştirilmesi adına önemli adımlar atan AK Parti’nin geniş toplumsal kesimler tarafından kabul görmesi partinin izlediği politikalar ile doğrudan ilişkilidir. AK Parti bu süre içerisinde özellikle 2010 yılına kadar liberal demokratik değerlere sadık reformcu bir siyasi parti olarak kabul edilmiş ve Batı dünyası ile pozitif ilişkilere sahip olmuştur.
2010 yılı ve sonrasında AK Parti’ye yönelik değerlendirmelerde eksenin değiştiği ve partiye yönelik yoğun bir eleştiri dalgasının varlığı dikkat çekmektedir. Nitekim 2009 Davos krizinin hemen ardından başlayan eksen kayması tartışmaları ve Türkiye’nin geleneksel müttefiklerinden koptuğu gibi uluslararası konjonktürün etkisiyle biçimlenen tartışmaların yanı sıra 2013 Mayıs-Haziran aylarında Gezi Parkı şiddet eylemleri döneminde Erdoğan ve AK Parti’nin liberal politikaları terk ederek otoriterleştiği iddiası Batı’daki gazete, televizyon, think tank ve sivil toplum kuruluşlarının raporlarında karşımıza çıkan bir husustur. AK Parti genelinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik eleştirilerin de açık bir karşıtlık halini aldığı bu değerlendirmelerde, tedrici biçimde gerçekliğin yerini kurgular almış ve yapılan değerlendirmelerin objektifliği sorgulanır olmuştur.
Özellikle son dönemde başta Freedom House ve Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi bağımsız örgütlerin yanı sıra Birleşmiş Milletler gibi resmi kuruluşlar da Türkiye raporlarında gerçeklikten ziyade kurgusal söylemlere başvurmakta ve Türkiye ile ilgili objektif olmayan iddiaların savunuculuğunu yapan mecraları bilgi kaynakları arasında görmektedirler. Son olarak Çarşamba günü İsviçre’nin Cenevre kentinde bir basın toplantısı düzenleyen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad El Hüseyin’in, Türkiye’nin OHAL’i derhal kaldırması ve tekrardan hukukun üstünlüğünü sağlaması gerektiği yönündeki açıklamaları, 15 Temmuz sonrası oluşan sosyo-politik ortamı anlamaktan uzak bir içerik sunmakta ve sadece olgulara dayalı bir eleştiri içermektedir.
BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Türkiye Raporu
Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiserliği 20 Mart Çarşamba günü yayımladığı raporda, Türkiye’ye 20 Temmuz 2016’da ilan edilen olağanüstü hali (OHAL) kaldırma çağrısı yaptı ve Türkiye’deki gündeme ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulundu. Söz konusu değerlendirmelerin yargı, yasama ve siyaset kurumları ile doğrudan ilişkili olduğu görülmekte. Raporun en dikkat çekici tarafı, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin ardından Türkiye’nin kendisini terörden tasfiye amacıyla uyguladığı OHAL’in kriminalize edilmesi ve bir an önce kaldırılmasının talep edilmesidir.
Raporda dikkat çeken bir diğer husus da terör örgütü FETÖ’nün tasfiyesi adına uygulanan adli ve idari tedbirlerin, özgürlüklerin sınırlandırılması olarak yorumlanmasıdır. Örneğin FETÖ kapsamında değerlendirilip kapatılan gazete ve televizyonlar özgürlükler açısından sorunlu bulunmuş ve kapatılma gerekçelerine değinilmemiştir. Yine benzer biçimde 100 binin üzerinde Kürt yanlısı (pro-Kurdish) internet sitesinin engellendiği dile getirilmiş ve uygulanan baskılar sonucunda birçok kuruluşun kendisini sansürlemek zorunda kaldığı ifade edilmiştir.
Yüksek Komiserliğin hazırladığı ve diğer bazı kuruluşların raporlarında eleştirilen bir husus da Türkiye’nin hükümet sisteminde yapılan değişikliklerdir. Tıpkı Freedom House gibi Yüksek Komiserlik de raporunda 2017’de Türkiye’de hükümet sisteminin değişimini içeren referanduma yer vermiş ve cumhurbaşkanına geniş yetkilerin veriliyor olmasını eleştirmiştir.
Rapordaki değerlendirmeleri tartışmalı kılan nokta OHAL kararnamelerine ilişkin genelleyici yorumların varlığıdır. Rapora göre OHAL kararnameleri ulusal tehditleri ortadan kaldırmayla ilgili olmaktan daha çok hükümete yönelik eleştiri ve muhalefeti engellemek amacıyla çıkartılmaktadır. Terör başta olmak üzere birçok tehdidi bertaraf etme adına uygulamaya konulan kararların güvenlikleştirici boyutunun ön plana çıkartılarak Türkiye’nin varlık mücadelesinin görmezden gelinmesi, son dönemde Türkiye’ye yönelik oluşan Batı merkezli karşıtlığın bir örneği niteliğindedir.
Yüksek Komiserliğin bundan önceki raporlarında da Türkiye’nin Güneydoğu bölgesiyle ilgili açıklamalar yapılmış ve devletin terörle mücadeledeki yöntem ve uygulamaları eleştirilmiştir. Raporda Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadıkları yerler olarak gösterilen Güneydoğu bölgesindeki operasyonlar esnasında birçok insanın evlerinden edildiği ve aşırı güç kullanılarak bölge insanına zarar verildiği iddia edilmiş ve terör örgütü PKK ile yapılan mücadelenin halk ile mücadeleye evrildiği izlenimi verilmiştir. Son dönemde ortaya çıkan bu tabloya bakıldığında Batı dünyasında var olan Türkiye muhalefeti ve karşıtlığının ölçeğini genişlettiği görülmektedir. Özellikle bağımsız kuruluşlar ve medya aracılığıyla yapılan muhalefetin BM raporlarıyla kurumsallaşması, Türkiye’ye yönelik tutumun her alanda bütünlük içeren bir strateji olduğu izlenimini vermektedir.
Yine söz konusu kurum ve kuruluşların Batı ülkelerindeki OHAL veya benzeri yasaların oluşturduğu durumu konu edinmemeleri bir soru işareti olarak karşımızda durmaktadır. Örneğin Kasım 2015’te gerçekleştirilen terör saldırıları sonrasında OHAL ilan eden ve yakın zamanda OHAL’i aratmayacak yasaları Meclisten geçiren Fransa hükümeti, BM’nin kısmi eleştirilerine konu olsa da bu konu herhangi bir kamuoyu meydana getirecek kadar etkili olmamıştır. Fransa’da ulusal güvenlik ve teröre karşı mücadeleyi öngören yasal düzenlemeler, İçişleri Bakanlığına geniş yetkiler vermekte ve çeşitli keyfi uygulamaların önün açmaktadır. Benzer şekilde Avrupa ülkeleri terörle mücadele adına Facebook ve Twitter gibi küresel enformasyon kaynaklarına yaptırımlar uygulamakta ve çeşitli sınırlandırmalar getirmektedirler.
Ülkeler, terör ve diğer gerekçelerle ortaya çıkan güvenlik problemlerini varoluşsal bir tehdit olarak algılamakta ve bu yönde adımlar atmaktadırlar. Fakat söz konusu Türkiye olduğunda terör ve diğer tehditler arka plana itilmekte ve OHAL’e gerekçe teşkil eden hususlar göz ardı edilmektedir. Nitekim raporun yayımlandığı gün Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada rapordaki değerlendirmelere ilişkin “Terör örgütlerinin propagandalarıyla birebir örtüşen asılsız iddialar içermektedir” ifadeleri, konuya tek boyutlu ve taraflı yaklaşan BM’nin tutumunu sert biçimde eleştirmektedir. Diasporada varlığını sürdüren PKK ve FETÖ unsurlarının karşı propaganda ve söylemleri incelendiğinde Bakanlığın dikkat çektiği “rapordaki ifadelerin terör örgütlerinin söylemleriyle benzeştiği eleştirileri” oldukça yerinde bir tespit olarak görülmelidir.
[AA, 27 Mart 2017]