Türkiye’deki İslami hareketleri ılımlı ve aşırı/radikal şeklinde tasnif etmek ABD merkezli literatürde yaygın bir kabuldür. Devleti ele geçirme arzusu taşıyan siyasal hareket “radikal” olarak, sosyal hizmetler alanında örgütlenen sivil oluşumlar ise “ılımlı” olarak resmedilir.
Batı’ya açık olmanın yanı sıra tolerans ve barışa vurgu yapmak da ılımlı olmanın bir göstergesi olarak kabul edilir.
Bu yaklaşım “İslam devleti” çağrısı yapmadığı halde Milli Görüş hareketine “radikal” etiketini uygun görürken, Gülen hareketi için ise “ılımlı” ve “İslam’ın gülen yüzü” sıfatını kullanmayı tercih eder. Nitekim “ılımlı İslam” projesinin mucitlerinden eski CIA Türkiye istasyon şefi Graham E. Fuller 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bile Gülen hareketini “İslam’ın en cesaret verici yüzlerinden birisi” olarak nitelemeyi sürdürmektedir.
1990’ların sonunda Gülen’e kucak açan ABD’nin İslami hareketlerle ilgili politikalarının ne tür canavarlar yarattığını anlamak için el Kaide tecrübesini hatırlamak yeterli olacaktır. 140 ülkeye yayılmış Gülen hareketinin de geldiği nokta kendi ülkesine düşman, darbeci ve “heretik” bir dini yapıya dönüşmek oldu.
Ana Akımın Karakteristiği: Yerli ve Devletlü Olmak
Türkiye’deki ana akım dini-siyasi yapılanmaların karakteristiğini anlamadaki asıl kriter “yerli, Sünni kodlara uyum”dur. Bu kodlar hem Selefi hem Şii ideolojik etkilerden koruyan bir “maya” konumundadır. Nedir bu kriterin açılımı?
Milletin, ümmetin uzun vadeli maslahatını gözetmek anlamında “devletlü” olmaktır. Bunun kısa tarifi Cumhuriyet döneminde iktidarı ele geçiren laikçi Kemalistlere rağmen devlete ve milli menfaatlere yabancılaşmamaktır.
“Devletlü” tavır tam bir teslimiyet yerine demokrasinin imkanlarıyla varlık alanını genişletmek şeklinde tezahür etmiştir. Bu ideallerini ve hassasiyetlerini Türkiye merkezli olarak değerlendirmek ve gerçekleştirmektir. Bu çerçeveden bakıldığında Osmanlı geçmişinden gelen Sünni tarikat ve cemaatlerin aksine İran, Mısır ve Pakistan tecrübelerinden etkilenen İslami oluşumların uzun bir müddet söz konusu “devletlü” yaklaşımı benimsemedikleri söylenebilir. Bununla birlikte Refah Partisi ve AK Parti döneminde İslami hareketlerin büyük bir kısmı “yerli” ve “devletlü” kodları içselleştirmiştir. Bu dönüşümde Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi tercihlerinin Milli Görüş çizgisine kattıklarının büyük bir etkisi vardır. Erdoğan cami cemaatinin ötesinde toplumun farklı kesimlerine açılan kapsayıcı bir siyaset yürütmüştür. Batı ile ilişkileri ideolojik reddiye düzleminde değil “etkileşim” ve “rasyonel menfaatler” seviyesinde ele almıştır.
Ancak Türkiye’deki İslami hareket içerisindeki asıl girift hikaye Gülen hareketiyle ilgili.
Hareketin Yerlilikten Kopuşu
Bu hikaye 40 yıllık serüveni boyunca kendini “ılımlı hizmet oluşumu” olarak sunan bir hareketin son durağının halkı tanklarla ezen radikal bir askeri cunta, bir terör örgütü olması ile alakalı.
Bu hikaye özünde siyasal İslamcılığa reddiye üzerinden kendini pazarlayan bir örgütün güçlendikçe radikal şekilde siyasallaşması ve “yerli, Sünni kodlara” yabancılaşması ve ihanetidir. Öğrenci evlerinden eğitim kurumlarına uzanan bir örgütlenmenin devlet içindeki paralel yapılanmayla son bulan maddi-manevi imparatorluğunun ürkütücü öyküsüdür. Çok katmanlı ve farklı yüzleri olan bir “dini” oluşumun iktidar tekeli kurma yolunda yozlaşmasının ve en sonunda uluslararası aktörlerin elinde “kullanışlı bir kart” konumuna düşmesinin serencamıdır.
Gülen hareketinin neden böylesi bir sona ulaştığının “kodlarının” anlaşılması 15 Temmuz sonrası nereye evrileceğini öngörmeye yardımcı olacaktır. Her şeyden önce Gülen hareketinin hikayesi bağlantılı olduğunu söylemeyi tercih ettiği Nur talebeleri dahil Türkiye’deki hiçbir dini oluşumla kıyaslanamayacak kadar farklı ve özgündür.
Başlangıçtaki Kodların Deformasyonu
Gülen hareketi daha başından itibaren bir “paralel devlet yapılanması” olarak kendini tasarlamıştır.
Hareketin lideri Gülen’in ilk başta Kemalistlere duyduğu derin “öfke” tedbir adı altında yepyeni bir takiye siyaseti üretmiştir. Bu siyasetin hedefi de günü gelene kadar bütün fedakarlıkları yaparak iktidar odaklarını ele geçirmektir.
Kendini toplumun genelinden olduğu kadar diğer dini gruplardan ısrarla ayrıştırarak içe kapanması da bu hedefle ilişkilidir. Bu “diyalog”, “tolerans” ve “melezlenme” iddiasına rağmen otonomisi maksimum olan bir örgütlenmedir. Dış çeperlerinde her kesimle iletişim kurması çekirdeğindeki “keskin inançlı” ve “bağnaz” hırsın hedefini gerçekleştirmesine yöneliktir. Gülen hareketinin temel örgütlenme özellikleri olarak şunlar sayılabilir:
Abiler ve imamlar etrafından örülen keskin bir hiyerarşi, lideri kutsayan seçmece ve basit bir “dini” öğreti, zamana yayılmış bir planlama, müntesiplerin gündelik hayatını ve tüm tercihlerini kontrol atına alan totaliter ilişkiler ağı, istihbarata dayalı kontrol mekanizmaları, başarıyı kutsayan mesiyanik bir teoloji. Hangi okullara gideceğinden kiminle evleneceğine kadar her şeyine örgütün karar verdiği şakirtler için hayat tümüyle kontrol altındadır.
Adanmışlığın temelinde insan tabiatına müdahale eden anormal bir fedakarlık, duygusal manipülasyon, zorlama ve tehdit bulunmaktadır. Liderin kararı cari hukukun ve genel dini yorumun her zaman üstündedir. Ve başarmak adına her türlü yöntem meşrulaştırılmakla kalmaz aynı zamanda üst bir gaye adına kutsanır.
Bu yaklaşım da kendi örgütünü kayırmak ve başkalarının hakkını çiğnemek için din iddialı bir meşruiyet sağlar. Daha fazla başarı için her türlü yöntemi meşrulaştırma ve başarıyı da ilahi “seçkinlik” alameti olarak değerlendirme bu örgütü mistik bir narsisizme duçar etmiştir.
Dahası Gülen hareketi İslami cemaatlerin hiçbirisinde olmayan “stratejik bir akla” sahip olması ile övünmüştür.
“Stratejik” Aklın Sefaleti
Gülen hareketi 1980 darbesinden 28 Şubat’a ve AK Parti’nin iktidara gelmesine kadar Türkiye siyasetinin bütün kırılma anlarını fırsata çeviren bir siyasi akla göre hareket etti.
Başarılı oldukça daha da acımasız ve zalim yöntemlere başvurmayı büyük gaye adına meşrulaştırdı, kutsadı.
Önce ulusal düzeyde daha sonra ise küresel ortamda kendi başarısına odaklanan bir stratejiye göre büyümeyi önceledi.
Bu tercih sürekli olarak yenilenen ve genişledikçe yerlilikten uzaklaşan ilişkiler ağını yarattı. Gülen hareketi, ABD ve İsrail’in küresel gücü ve operasyonları ile eklemlenen bir “ılımlı İslam” örgütü olmayı Türkiye’deki nihai zaferi için faydalı buldu. Ergenekon ve Balyoz davalarından 17-25 Aralık operasyonuna kadar birçok olayda ne kadar kullanışlı olduğunu da gösterdi.
Yine de 15 Temmuz darbe girişimi bu örgütün en radikal eylemiydi.
Subayların Gülen’in işaretiyle özgürlüklerini, kariyerlerini ve ailelerini böylesi bir tehlikeye atmaları hareketin totaliter, gözü kara ve marjinal özelliklerini yansıtmaktadır. Halka ateş emri vermeleri ise istediklerine ulaşmak için öldürmeyi bile mübah gördüklerinin ispatıdır.
Hareketin Geleceği?
Terör örgütü olarak ilan edilmesi ve kamudan tasfiyelerle Gülen hareketi meşruiyetinden sonra legalitesini de kaybeden bir yapı durumundadır.
140 ülkede örgütlendiği söylenen bir yapının Türkiye’den büyük ölçüde çekilmeye mecbur kalması kuvvetle muhtemeldir. Bu da Gülen hareketinin son durağının Türkiye karşıtı bir diaspora ve istihbarat kurumlarının taşeronluğu olacağını düşündürmektedir.
Güçlü bir dayanışma, derin mağduriyet hissi, intikam/zafer gününün geleceğine dair mesiyanik teolojisi ile Gülen hareketinin geleceği heretik bir grubun lanetli doğumuna işaret etmektedir.
[Kriter, 1 Ağustos 2016].