15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’nin dış politika yaklaşımında çok önemli değişimlere yol açtı ve açmaya da devam edecek gibi görünüyor. Darbe girişiminin faili olduğu kesinleşen FETÖ/PDY örgütünün ABD ile bağları ve diğer Batılı ülkelerin birçoğu tarafından da değişik düzeylerde desteklenmesi, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerinde büyük bir krize yol açtı. Cumhuriyetin kurulmasından beri Batı’yı eksen alan bir dış politika izleyen Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise bu yöndeki politikasını iyice yoğunlaştırdı. Başta NATO ve Avrupa Konseyi olmak üzere Batı’nın kurumlarına üye oldu. Türkiye, “Batıcı kimliğe sahip olduğu bu süreçte” defalarca yine Batı’dan gelen müdahalelere maruz kalmıştı. Bu müdahaleler bazen medya veya istihbarat örgütleri tarafından gerçekleştirilen ince manipülasyonlar şeklinde bazen de doğrudan silahlı kuvvetlerin devreye sokulması sonucu yapılan darbelerle hayata geçirilmişti.
Türkiye’nin genel olarak bu tür müdahalelere karşı koyacak gücü olmadığı için Batılılar her defasında başarılı olmuşlar ve Türkiye’ye istedikleri yönde istikamet vererek yollarına devam etmişlerdi. Failler bu müdahaleleri, 28 Şubat darbesi sırasındaki meşhur ifadeleriyle “Türkiye demokrasisine balans ayarı yapmak” şeklinde tanımlamışlardır.
AK Parti’nin 2002’de iktidar olmasının ardından “balans ayarı” yapmayı gerektirecek politikalar izlemeye başladığını düşündükleri dönemlerde de, alışık oldukları şekilde evvela ince manipülasyonlarla müdahale etmeye çalıştıkları görüldü. Ancak medya, yargı ve ordu içerisindeki bazı kesimler kullanılarak yapılmaya çalışılan bu müdahaleler, hükümeti çıkar çatışması durumunda Batı’nın değil Türkiye’nin menfaatlerini önceleyen işleri yapmaktan alıkoymuyordu. Darbe tehditleri, 27 Nisan muhtırası, AK Parti’ye karşı kapatma davası, eksen kayması suçlamaları, Gezi olayları ve 17/25 Aralık darbe girişimi gibi açık ve örtülü bütün baskı girişimlerine karşı hükümetin ayakta kalmasını bir türlü anlayamıyorlardı.
Sonunda ellerindeki en büyük müdahale aracını kullanmaya karar verdiler ve 15 Temmuz’da FETÖ/PDY örgütünün darbe yapmasını istediler. Bu darbe girişiminin demokrasiye inanmış Türk halkı tarafından püskürtülmesi artık Türkiye ile kolay oynayamayacaklarını gösterdi. Ancak bunun kadar önemli bir başka gerçek ise darbe kadar riskli bir yönteme başvurmuş olmalarının, Türkiye üzerindeki diğer manipülasyon imkanlarının artık tükendiğini göstermesidir. Son dönemde gerek ekonomik gerekse siyasi ve askeri alanda büyük ilerlemeler kaydetmiş olan Türkiye gibi bir ülkede, hala eski alışkanlıklarla hareket ederek, askeri darbe yoluyla iktidarı değiştirmeye çalışmak, bu darbenin arkasında olan aktörlerin acizliğinin açık göstergesidir. Bu girişimin Türkiye’nin halkı, siyasetçileri ve kurumları tarafından yerle bir edilmesi ise bu acizliğin bir başka göstergesi olmuştur.
Ortadoğu’da Türkiye-Rusya İşbirliği mi?
Batı’nın manipülasyon ve müdahale imkanlarından bu şekilde büyük ölçüde kurtulmuş olan Türkiye’nin artık dış politikasını da bu yeni duruma göre belirlemesi beklenmektedir. ABD ve diğer Batılı ülkelerin Suriye ve Ortadoğu politikaları, Türkiye’nin güvenliği açısından büyük sorunlara yol açmasına rağmen, bu ülkelerle sahip olduğu ittifak ilişkisi ve Rusya ile yaşadığı 24 Kasım krizi, Ankara’nın manevra alanını önemli oranda sınırlıyordu. ABD ve diğer NATO ortaklarının açık bir şekilde PKK’nın Suriye kolu olan PYD/YPG’yi desteklemeleri ve bu destek sayesinde örgütün adım adım Suriye’nin kuzeyini ele geçirmesine karşın, Türkiye buna karşı etkili bir tedbir alamıyordu.
Gelinen noktada Türkiye; güvenilmez bir müttefik olan ABD ile birlikte hareket edip onun PYD’yi ve dolayısıyla PKK’yı güçlendiren adımlarını seyretmek yerine, bölgede giderek çok daha etkili bir rol oynayan Rusya ile ilişkilerini düzeltip, Suriye sorununun kapsamlı bir şekilde çözümü konusunda gerekli adımları atmayı tercih etmiş görünüyor. Amerikan yönetiminin baştan beri Suriye sorununa kapsamlı ve gerçekçi bir çözüm aramak yerine, DAEŞ’i bahane ederek PYD’yi güçlendirmeye çalışan politikası, Ankara’nın bu tercihini zorunlu kılmıştır. Kimyasal silah kullanan Esed yönetimine karşı harekete geçmeyen ABD, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde mülteciler için bir güvenli bölge önerisine de hiç yanaşmamıştır. Güvenli bölgenin korunması için Suriye’de çatışmaya girmekten kaçınan Amerikan yönetiminin PYD saflarında savaşmaları için asker göndermesi ise Washington’ın Suriye’de neye odaklandığını göstermesi açısından önemlidir.
ABD’nin bu şekilde Suriye’de Türkiye’nin güvenliği aleyhine hareket etmesi ve 15 Temmuz darbe girişimine de destek veren bir tavır içerisinde görünmesi, Türkiye’nin Ortadoğu sorunlarının çözümü konusunda Rusya’ya yönelik politikasını değiştirmesi sonucunu doğurmuştur. Suriye konusunda ABD’den daha önemli bir aktör haline gelen Rusya ve onunla birlikte hareket eden İran’la bu sorunun çözümüne dair görüşmeler çok büyük önem arz ediyor. Esed yönetimini bu iki ülkenin destekleri ayakta tutuyor. Türkiye’nin Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle birlikte Rusya gibi bir gücü dengelemesinin ise mümkün olmadığı görülüyor. PYD’yi güçlendirmekten başka derdi olmayan ABD’nin de Rusya’yı dengelemek gibi bir niyeti söz konusu değil. Bu durumda Ankara’nın; artık altıncı yılına giren, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarına çok büyük zararlar veren ve milyonlarca insana tarif edilmez acılar yaşatan Suriye sorununun çözümü konusunda, Moskova ve Tahran ile masaya oturması rasyonel bir tavır olarak görülmelidir. Amerikalılarla bu sorunu çözmeye çalışmak bugüne kadar hiçbir sonuç getirmediği gibi, her geçen gün Türkiye’nin pozisyonunun kötüleşmesine yol açmıştır.
Rusya ve İran’la birlikte Ortadoğu sorunlarını çözmeye çalışması, Türkiye’nin bölgede yeni ittifaklar kurduğu anlamına gelmeyecektir. Türkiye’nin bu arayışını, Suriye halkının yıllardır süren dramının sona erdirilmesi ve artan güvenlik risklerinin azaltılmasına yönelik bir “işbirliği” adımı olarak görmek daha doğru olacaktır. İttifak kelimesine ise fazla takılmamak gerekir. Amerikan yönetimi, “müttefiki” Türkiye’ye karşı PKK/ PYD ve FETÖ/PDY’yi desteklemek suretiyle ittifak kelimesinin içini yeterince boşaltmıştır. Bu nedenle Türkiye’nin, Rusya ya da İran’la “ittifak” yapmasına gerek yok, çıkarlarının örtüştüğü noktalarda “işbirliği” yapması yeterli olacaktır.
24 Ağustos’ta Türk ordusunun DAEŞ’e karşı Cerablus’ta başlattığı operasyon bu işbirliğinin üstü örtülü bir biçimi olarak okunabilir. Türkiye’nin Rusya ile son dönemde yaşadığı yakınlaşma Moskova’nın böyle bir operasyon konusundaki çekincelerinin ortadan kalkmasını sağlamış görünüyor. Suriye’nin kuzeyinde DAEŞ’e karşı mücadele konusunda Rusya ile sağlanan mutabakat Türkiye’nin, savaş uçaklarını da kullanmak suretiyle böyle bir operasyonu gerçekleştirmesini mümkün kıldı. Bu sayede Ankara, ABD tarafından desteklenen PYD/YPG’nin Fırat’ın batısında daha fazla ilerlemesine izin vermeyeceğini de göstermiş oldu.
ABD’nin PYD/YPG üzerinden kendisini sıkıştırmasına karşı Moskova ile işbirliği yapmak suretiyle hareket alanını genişleten Türkiye, “dostlarının sayısını artırma” politikasıyla diplomasiyi de öne çıkararak Suriye sorununa kalıcı bir çözüm bulunması konusunda en önemli aktörlerden biri olmaya devam edecektir.
[Kriter, 1 Eylül 2016].