Uzun zamandır, Türkiye'de sivil-askeri ilişkilerinin kapsamlı bir yapısal ve yasal değişime uğramış olsa da "demokratikleşme serüvenini tamamlayamadığını" söylüyorum. Buradaki temel problemin ise sadece yapısal değil bir sınıf olarak askerlerin bizatihi kendisiyle ilgili olduğunu ileri sürüyordum. Cumhurbaşkanı Erdoğan sivil-askeri ilişkilerinin demokratikleşmesi konusunda "devrimsel" adımlar atmış olsa da Türkiye'nin çetrefilli güvenlik ortamı, askerin ve askerliğin kamusal alan içinde daha fazla görünür olmasını beraberinde getirmiş ve askerler üzerindeki değişim potansiyelini yavaşlatarak konumlarını yeniden pekiştirmişti.
Emekli olsalar da 104 amiralin muhtıradan farksız kaleme aldıkları bildiri ile sahip olduğum bu kanaat daha pekişti. 4 Nisan bildirisi, sivil-asker ilişkilerindeki demokratik dönüşüm dalgasına askerlerin ciddi bir intibak problemi yaşadığını göstermiş oldu. Bu haliyle 4 Nisan bildirisi, askerin siyasal alanda kendini konumlandırma sorunu yaşadığını gösteren ve bir tür "statü endişesi" olarak ortaya çıkan pisikolojik ruh halininin dışa vurumu olarak okunmalı. Bununla birlikte bildirinin bu pisikolojik ruh halini yansıtmak dışında birçok anlamı var.
15 Temmuz sonrası zor bir süreçten geçen TSK, birçok zorluğun üstesinden geldi. Türkiye'nin dış politikasında kenarda tutulan bir aktör olmaktan dış politikanın asli unsuru haline dönüştürüldü. Hem kurumsal dönüşümünü mümkün kılacak reformları hayata geçirdi hem de ordunun hazırlılık kapasitesini geliştirerek bölgesel ölçekte Türkiye'nin etkili bir oyuncu haline gelmesinde büyük bir rol oynadı.
Bu süreçte FETÖ kumpası Ergenekon ve Balyoz davaları ile ordudan tasfiveye edilen üst düzey komuta kademesi önce 17-25 Aralık ardından 15 Temmuz sonrası hızlı bir şekilde kamusal alana dönüş yaptı. Bu dönemde iki pisikolojiyi aynı anda yaşadılar. Biri FETÖ mağduriyetinden dolayı hükümeti sorumlu gören "öfke" duygusu; diğeri de kendilerinin bir dönem üzerinde çalıştıkları "stratejik dosyalar"ın 15 Temmuz ile birlikte hayata geçirilmiş olmasından kaynaklanan "haklılık" duygusu. Fakat bu iki duygudan biri zamanla "siyasi öfkeye", ikincisi ise aşırı "siyasi özgüvene" dönüştü.
Mavi Vatan, Libya ve Doğu Akdeniz gibi kritik dış politika konularında alınan sonuçlar özellikle Deniz Kuvvetlerinden emekli olan amirallerin daha fazla öne çıkmasını sağlarken, öfkeleri siyasi muhalefete özgüvenleri ise hükümete bir şekilde "ayar" verebileceklerini düşündükleri bir yöne evrildi. Hatta öyleki Milli Savunma Bakanı Akar'a yönelik sert bir eleştirel söylemi dolaşıma sokarak her platformda dile getirmekten çekinmediler. Bu savrulmayı hızlandıran asıl mesele ise amirallerin siyasal pozisyonlarını daha açık eden bir tavır içine girmiş olmalarıydı. Mavi Vatan konusunda kendi içlerinde yaşanan tartışma amerillerin daha fazla siyasallaşmasını da beraberinden getirdi. Erdoğan'ın liderliğinde kendini gösteren kararlı siyasi iradeyi görmezden gelerek özellikle Mavi Vatan meselesini kendileriyle özdeşleştiren bir dil kullandıkları her seferinde görülüyordu.
Siyasallaştıkça siyasal alanın içinde sivil olarak değil asker olarak varlıklarını devam ettirdiler. Diğer bir ifade ile "rol kimlikleri"nde yaşadıkları çelişki her geçen gün daha fazla ortaya çıktı. İçerde özellikle CHP, İYİ Parti, Vatan Partisi ile "yamalı"bir ilişki kuran amiraller dışarıda da kendi içlerinde bir taraftan ABD'yi hedef tahtasına oturtan bir damar oluştururken, Rusya'yı ise ideolojik olarak kol mesafesinde tutan bir pozisyon ortaya koydular. Kimileri bunu daha açıkça yapmayı tercih etti. Bu süreçte özellikle Suriye, Mısır ve İsrail gibi konularda kendilerini daha pragmatik bir eksene yerleştiren amiraller sık sık hükümete yönelik sert salvolarda bulundular.
Son haftalarda yapay bir şekilde Montrö ile alevlenen tartışma, bekledikleri çıkışı yapmak en iyi fırsat olarak görülmüştü. Bildiri bu fırsatı kullanmak için önemli bir araç olabilirdi. Nitekim böylelikle Montrö üzerinden hükümeti en güçlü olduğu dış politika alanında toplumun karşısına koyacaklar, Mavi Vatan ile belki de ordunun aktif unsurlarını harekete geçirerek ordunun dış politikada sivil siyasetin yeniden üstüne çıkmasına sağlayacak, irtica meselesi ile de toplumdaki seküler/laik/dindar çekişmesini derinleştirerek toplumu tam manasıyla ikiye bölmüş olacaklardı. Bu denklemin, muhalefet partileri için de bir fırsat olarak görüldüğü şimdi daha iyi anlaşılıyor. Zira bildiriyi normalleştiren siyasal dil de yine muhalefet partileri tarafından oluşturuldu.
Diğer bütün gizli ajandasından bağımsız olarak 4 Nisan bildirisi Türkiye'de sivil-asker ilişkilerinin kırılgan yanlarının olduğunu hala gösteriyor. Bu kırılganlığın bir demokrasi açığına dönüşmesini engelleyen en önemli dinamik hala siyasal alanın ve toplumsal farkındalığın çok güçlü olması. Daha zayıf bir siyaset ve daha zayıf bir toplumsal farkındalık sivil-asker ilişkilerinde dengesizliği yeniden ortaya çıkarabilir.
[Sabah, 10 Nisan 2021].